“Deli Tarla”. Avukatın ofisinde birkaç kardeş kısa süre önce ölen annelerinden kalanları paylaşıyorlar, tapuda görülen son tarlaya talip çıkmıyor. Anlatıcı Kerim başına kalmasın diye abisine paslamak istiyor, yengesi Kerim’in kendisine duyduğu hınçtan ötürü öyle dediğini düşünüyor. Sonra Kerim’in ablası araya girip en küçükleri Ayşegül’e kilitlemek istiyor tarlayı ama Ayşegül’ün anasının babasının olmadığını neden dile getiriyor bilinmez. Ailenin dışından biri söylese neyse, kardeş bunlar. Ofisteki herkesin birbiriyle vukuatı var deyip özetleyeyim, telefon görüşmelerinde herkes birbirini çekiştiriyor, Kerim en sonunda alkole vurup sövüyor herkese, ardından doktora gidiyor ve kendininkiyle birlikte istenmeyen tarlanın hikâyesini de anlatmaya başlıyor ama öncesinde şöyle garip bir bölüm var:
“O bana, ‘Biraz ailenizden bahseder misiniz?’ dedi.
İşte ‘Ayşegül aradı’ beni, diye başlamıştım ki; o ‘Ailenizden değil, en baştan, anne babanızdan’ dedi.” (s. 17)
Hmm, tamam. Bu noktadan sonra anlatının seyri değişiyor, Kerim annesiyle babasını anlatmaya başlıyor doktora. Hikâye içinde hikâye için iyi taktik. Kerim’in ailesi çiftçi, tarlalar var, ekip biçiyorlar. Kerim üniversite okuyup öğretmen oluyor, diğerleri okumuyor. Baba sağlıklı, anne muhtemelen annelik vazifelerinden, babanın babalığından ve eşliğinden bıkmış, iyi kötü geçiniyorlar. Sonra baba deli tarla denen yere dostu Ekrem Abi’yle birlikte bir kulübe konduruyor, sonra yatak derken gecelerini orada geçirmeye başlıyor. Kerim bir gece babasını çağırmak için tarlaya gittiğinde, o da nesi, baba çırılçıplak, tarlanın ortasında yıldızlara bakıyor. Sonra bir çuval alıp yıldız toplamaya çıktığını söylüyor, bir sürü olay. Ekrem Abi intihar ediyor, baba da en sonunda yine çırılçıplak, çamurlar içinde ölü bulunuyor, çuvalı yanında. Seans bitiyor, anlatının ilk zamanına dönüyoruz ve tarlanın Kerim’e kaldığını görüyoruz. Sonra Kerim bir kıza âşık oluyor, kız ziraat mühendisi. O kız olmasa Ekrem Abi’nin ve babanın kafayı neden yedikleri belli olmayacak. Büyülü mantar varmış meğer tarlada, olay bu. Kızla Kerim eriyorlar muratlarına, öykü bitiyor. Öykünün sonundaki tekniğe “A a!” diyeceğim, gizemi tek kalemde açıklama girişimi, Le Guin’in deyişiyle “bilgi topağı”. En başta aile kavgası, pek akarı kokarı yok, güzel. Sonra zamanda geriye zıplama, tarlanın olayını gösterme, bu da güzel. Ama o sondaki “A a!” deus ex machina‘nın bir benzeri resmen, sona bağlamak için klişeler klişesi bir yöntem. “Meğerse böyleymiş!” Bir de, detaylara haiz değilim ama evinden birkaç kilometre uzakta, çamurlar içinde ölmüş bir adam var, çıplak, yanında çuval. Kerim’in söylediğine göre içkisi sigarası yok, normalde sapasağlam. Otopsi falan yapılması gerekmiyor mu? Mantar olayı anlaşılırdı o zaman. Belki. Bilemiyorum.
“Adieu Hala”. Derli toplu, iyice bir öykü. Aile trajedisi, diğer çoğu öyküde olduğu gibi. Anlatıcının annesi basıp gitmiştir, eşinin akıl hastası halasına bakmak istemez. Baba da ölünce iş başa düşer, anlatıcı halasını teskin etmeye çalışır her gün. Yine zamanda geriye zıplama, halanın annesiyle babasının Almanya’ya göçmeleri, yıldan yıla gelip halayı yanlarına alacaklarını söylemeleri, halanın dikiş dikmeyi öğrenip Almanca’yı sökmesi, sonra annesiyle babasının zamansız ölümü ve delirme safhası. Kadın gelip kendisini götürmelerini beklerken kıyafet üzerine kıyafet dikiyor yıllar yılı, anlatıcı onca kıyafeti vintage ürünler satan dükkânlara okutup bir dünya para kazanıyor, sonra o parayla halasını Almanya’ya, annesiyle babasının yattığı mezarlığa götürüyor. Yüzleşme, kabullenme, görece huzurlu bir ölüm. Yaşar’ın hemen her öyküde kullandığı geriye dönüşlerden mürekkep bir öykü.
“Bir Garip Külkedisi Masalı” için “meh” denebilir. Sadakatsiz bir adamın sevgilileri anlatılır, patronunun kızıyla evlenip dünyalığını denklemesine yer verilir, geçmiş sıkıca kurulduktan sonra onca çabaya değmeyen bir “A a!”yla biter öykü. Adam eşini ve kaynanasını bir yere götürmektedir, arabadaki eşi olmayan ayakkabıyı görünce panikler, arka koltuktakileri katakulliye getirerek ayakkabıyı camdan atar, arkadaki aracın kornasına uyanır ve görür ki şoför aracı durdurup ayakkabıyı almış, vermek için selektör yapıp korna çalıyor. Finalde ortaya çıkıyor ki o sevgililerden birinin değil, ayaklarını rahatlatmak için ayakkabısını çıkaran kaynananın ayakkabısıymış o. Bu kadar. Şu da son cümle: “Özlem’e gitmeye niyetlenen Fikret olay anından saniyeler sonra, birdenbire gelen bir göz kararmasıyla sedyedeydi…” (s. 61) Meh.
“Cebimdeki Osman” yine iyi fikirli, kötü uygulamalı bir öykü. İşsiz güçsüz bir adam antikacıları gezip efemera kovalar, bir dükkânda denk geldiği fotoğraflardan bazılarında aynı çocuk farklı anne ve babayla poz vermiştir. İkiz? Üçüz? Fotoğrafçının çocuğu mu yoksa, model? Anlatıcı fotoğrafların üzerindeki logodan yola çıkarak stüdyoyu arar, stüdyo yıllar önce kapanmıştır ama civardaki yaşlılardan biri stüdyonun sahibinin oğlu hakkında bilgi verir. Anlatıcı polis arkadaşına başvurarak adamın huzurevinde kaldığını öğrenir, ziyarete gittiğinde hikâye de çözülüverir. Stüdyonun bulunduğu binada jinekolog var, bazı çiftlere çocuk sahibi olamayacaklarını söylediğinde fotoğrafçıya ekmek çıkıyor. Hemen bir model yaptırıyor, yağlı boya. Bu da akla pek yatmıyor gerçi, anlaşılmaz mı? Hep aynı poz, muhtemelen aynı ışık, aynı kıyafetler, fotoğrafa bakan yılların antikacıları da mı çakmıyorlar köfteyi? Anlatıcının işsizlikle ilgili iki koca paragraflık zırvalaması pek lüzumsuz, ayrıca iç sesinin araya girerek diyalogları yorumlaması, öyküdeki herkesi dövecekmiş gibi çıkışması çok rahatsız edici.
“Ama Böyle Olmadı” yine iyice bir öykü. İnsan azmanı Ramiz’in tuhaf doğumu, kırsalda ucubeleştirilmesi, sonra İstanbul’dan gelen bir zenginin adamı “satın alıp” büyük şehre götürmesi ve zırh giydirip muhafız olarak tutması, Ramiz’in yıllar sonra zırh içinde ölmesi. Game of Thrones‘daki Mountain’ın uysal hali Ramiz, her denilene boyun eğiyor, canını veriyor en sonunda. Eksiği fazlası yok bu öykünün, hoş.
“Çitile”yle birlikte belli bir konsept etrafında dönen öykülerin alanına geçiyoruz, bu öykülerde anormal karakterlerin anormalliklerini derece derece artırıp kendilerini içinden çıkılmaz bir duruma sokmaları anlatılıyor. Bu öyküde temizlik hastası bir kadının halleri var, bir başka öyküde tembellik seviyesini adım adım artırıp iş yerinde yaşamaya başlayan bir adamın maceraları anlatılıyor, bir başkasında şans eseri yaptığı ilk iyilikten sonra kasabada aziz olarak görülmeye başlanan, yaşlandıkça kasabanın eli bol babası haline gelen ve işe yaramaz arkadaşının istediklerine kavuşmasıyla dellenen adamın hikâyesi yer alıyor. Aralara kısa öyküler sıkışmış, “Senden Çocuğum Olsun İstiyorum” kitaba alınmasa da olurmuş mesela. Mahalleye kök söktüren bir çocuk var, mahalleli başka bir çocuk yapmamaları için anneyle babaya ağlıyor ama ikinci çocuk geliyor, adı “Soner”.
Olur bunlar, mesela bir çiçeğin açışını öyle bir anlatırsınız ki mevzu kendiliğinden tatmin edici hale gelir ama Yaşar’ın öykülerinde dil ve anlatım tekniği öylesine kuru ki hikâyenin ilginçliğine yaslanmaktan başka çare kalmıyor elde. Eh, her hikâye de ilginç değil, düşüyorsunuz. Mesela işsizlik yüzünden falcı olan gencin hikâyesi neden okunmalı, bilemiyorum. Bu kademe kademe artan zımbırtılı öykülerin iyi örneklerini yakın zamanda Mustafa Çevikdoğan’dan okudum, tavsiye ediyorum. Yaşar’ı da Yekta Kopan’ın bir tık altına yerleştiriyorum kafamda. Bu kitabı sahaftan 8 TL’ye almayıp arka kapaktaki fiyatına, 36 TL’ye alsaydım çok üzülürdüm, son olarak bunu söyleyeyim.
Ek: Bir de hemen her öyküde “Anadın mı?” diyeceğim teknik var. Anlatıcı birinci veya üçüncü şahıs, hiç fark etmiyor, hikâyeyi bölüp okura veya birine seslenmece. Örnek veriyorum: “Ekrem o gün domatese oturmuştu. Domatese oturmak da fenadır yani, hani gidersin de muza ağlarsın. Öyle bir şey. Kalkmıştı sonra Ekrem, muza ağlamıştı.” Niye var, niye o kadar çok?
Cevap yaz