Uykusuz‘un ilk sayılarında Yiğit Özgür’ün bir köşesi vardı, tarihteki büyük büyük adamların yerine kendisini koyarak o ulu zatların şahane sözleri yerine ne söyleyeceğini yazıyordu. Dava mava açılıyor, karikatürü koymayayım da anlatayım. Mesela bir kadın George Bernard Shaw’un yanına gelip çocuk yaparlarsa aklın Shaw’dan, güzelliğin kendisinden geleceğini söylediğinde Shaw tam tersinin olması ihtimalinden bahsediyor. İngiliz mizahı. Yiğit Özgür kendini Shaw’un yerine koyduğunda kadının göğsünü ısırıyor hemen. Komikti. Şimdi gerçi böyle de anlatınca da yine komik ya, ne bileyim. Konsepti çalıp Göle’nin metinlerini inceleyeyim dedim, o kadar komik olmaz ama bir şeyler olur. Misal bu 52 metnin her biri mühim bir olaya kısaca değinip o olaydan çıkarımlara varıyor, Göle insanlık hakkında düşünüyor, arızalarımızı ortaya çıkarıyor. Alaka kuramadım. Neyse, deneme bunlar, her denemede surat buruşturmuyorsunuz gerçi, bazılarında “tsısı” diye gülüyorsunuz mesela. Ya da bende bir sorun var. Bakalım. Anna Ivanovna çirkinlik abidesiymiş, çariçe ilan edilip Petersburg’a getirilmiş, ayaklarını öptürmeye başlamış. “Ayak takımı” ne kadar öperse o kadar yükseliyormuş. Ivanovna ve ayak takımı. Ne güzel. Genişletelim, muç muç yazılarıyla birbirini öven yazarlara bakalım. Dijital ortamda yapın ama neden basılı mecralarda yapıyorsunuz bunu, ağaçlara yazık. Arkadaşını övecek her yazarın TEMA’ya fidan bağışı yapacağı bir sistem üzerinde çalışmak gerekiyor. Hiçbir dergiyi, kitap ekini, ıvır zıvırı takip etmiyorum bu yüzden, güvendiğim bir iki çevirmenin, yazarın önerilerini dinliyorum dinleyeceksem. Konu saptı, bence bir insanın ayağı öpülür ama öyle öpülmez. Mesela Dinokrates yurttaşı Büyük İskender’in huzuruna çıkabilmek için koskoca dağı oyarak hükümdarının heykelini dikmeye kalkmış. Gutzon Borglum bu mevzuyu yaklaşık iki bin yıl sonra gerçekleştirmiş, Rushmore’a dört başkanın kafalarını oymuş. Beyazların üstünlüğü dağa taşa kazınmış böylece, Borglum’un KKK’ye üye olduğunu söylüyor Göle. Rodos Heykeli geldi aklıma, yüzü kimin yüzüydü? Dünyaca ünlü eserleri biliyoruz da detaylarını bilememek üzücü. Piramitlerin tepesine son taşı koyan adam ne hissetmiştir, söz gelimi gün batımı kasabalarının birinden hızla kaçan bir siyahi o kafaların önünden geçerken ne düşünmüştür? Hakaret gibi. Aynı şekilde Ay’a yolculuk da hakaret, Gil Scott-Heron’ın Whitey On the Moon‘u bunu anlatıyor.
Suç. Sulla kanlı bir darbeyle Roma’da diktatörlüğünü ilan ediyor, üç yıl sonra kendini okumaya ve eğlenceye verip iktidarı bırakıyor. Büyük lüks. Sırtından bıçaklanmıyor, savaşta ölmüyor, bir sefahatten bir başkasına yatay geçiş. Kendi iradesiyle görevi bırakan hükümdarların nadir örneği Sulla, belki de yönetmek hoşuna gitmemiştir. Sorumluluk çok büyük, insan beceremeyeceğini anlayınca da bırakmalı. Memleketin her yerinde sayısız olay, insanlar aç. Eskiden yağmur iki damla az yağdığında hükümdarlar öldürülürmüş, halk uğursuzluğu onlardan bilmiş çünkü. Sulla bundan çekindi belki. Sineklere geçiyor Göle, bağlantı manidar. Akrep sineği çiftleşmek için dişisine yiyeceği bir şeyler getirirmiş, eğer yiyecek bitmezse erkek acıktığı için dişisiyle dövüşürmüş, biterse dişi uçup gidermiş. Milyonlarca yıllık evrimin vardığı nokta ilkelliği olduğu gibi taşıyor, yaşamın özü kaynakların dağıtımıyla doğrudan ilgili. Kapitalizm sonrası dünyayla ilgili birkaç şey okudum, düşünürler kaynakları doğru düzgün dağıtmayı becerdiğimizde bir şansımızın olacağını söylüyorlar. Üst sınıfın dünyanın küçük bir bölümüyle yetinebileceklerini de söylüyorlar, zenginliğin küçük bir kısmıyla çepeçevre sarılmış alanlarda yaşarlarken dışarıyla ilgilenmeleri gerekmiyor. Devletler vergi indirimleri yoluyla servetin az da olsa dağıtılmasını sağlıyor ama bu da güven vermeyen bir yöntem, özellikle de devletler şirketleşmişken.
Zamanın geçtiğini yüzlerden anlamak var bir denemede, anlatıcı doğup büyüdüğü kente yıllar sonra döndüğünde tanıdık yüzleri arıyor, başlarda bulamıyor ama kalabalığın arasında belirmeye başlıyorlar. Kırışıklıklar, yüzlerde çizgiler, kadınların güzelliği ve erkeklerin alımlılığı pörsümüş, geçmişten bir şeyler kalmışsa da yaşarken eskimişler. Bir ayna arıyor en sonunda anlatıcı, oysa en başından beri aynaya bakıyor. Bu ilginç, yıllar sonra dönüp dolandığım yerlerin değişimini hiç yadırgamadım, daha doğrusu doğanın katledilmesi ata sporumuz olduğu için çok üzüldüm ama değişimin kendisini yadırgamadım diyeyim. Yaşımı da hiçbir zaman hissedemedim, bununla ilgisi vardır belki. Hiçbir zaman herhangi bir şey için yaşımın geldiğini veya geçtiğini düşün(e)medim, bu mevzuyla ilgili sınanmadım, zamanıdır diye bir şeyi denemek aklıma bile gelmedi. Büyüyemedim diyeceğim ama küçük de değildim zaten, bedenim daha fazla olumsuz tepki vermeye başladı en fazla. Bu da normal. Zaman işte. Galiba iyi böyle. Yani yaşamdan ne umulur, ne beklenir? Öyle bir var oluş. Olağan.
“Endam”. Edward Teach’e “Kara Sakal” derlermiş, heybetli sakalını örgülerle, bir şeylerle süslermiş ve karşılaştığı herkes korkarmış ondan. İtibarını sakalına borçlu değil üstelik, önüne gelen gemileri yakıp yıkması dehşet verici ama sakalını görecek kadar yakınında olmak çok daha korkunç. Uzaktan görünenin korkusu ağır, yakından daha ağır. Kısacası sakaldır, saçtır, bunlar önemli. Kıyafet de öyle, kravat sadece kravat değil, saat sadece saat gibi gözüküyorsa da öyle değil, iyi bir saat erkeği daha… Şunu söylerken güldüm, insan ne acayip. Bugün biri ütünün ne işe yaradığını, kırışığı olmayan giysinin neden tercih edildiğini sorguluyordu Twitter’da. Sosyal statüyü gösteriyor, kesin evrimsel bir olayı da vardır da ne saçma şey. Suyu beş litrelik şişelerle almanın “kendime saygım yok” davranışı olması örneğin, damacana varsa saygı var. Saat varsa. Ayakkabı. Mesela ben çivi alıyorum, çok güzel bir çivi ama albenisi yok. Üzülüyorum.
“Nefs”. Yeniçeriler, Rodos Şövalyeleri, gemideki korsanlar, Katolik rahipler ve diğerleri cinsel ilişkiye giremezler. Ruhani, ulvi, ilahi yükseliş cinsellikle mümkün değil. Nefsini körelten insan tekamül ediyor, uçup gidiyor böyle, çok aşırı üstün biri oluyor. Sonra cinsel bir şeyle karşılaştığında tam bir sığıra dönüşüyor, insana ızdırap oluyor. Garip. Zamanında biri, “Seks yapmayın yoksa bu anlattıklarımı rüyanızda görürsünüz,” demiş. Zina diye bir şey var, bazı ülkelerde zina yapanlar taşlanıyor. Seks ya bayağı. Biriyle buluşup muhabbet ediyorsun, daha fazlasını merak edersen yakınlaşıyorsun, hoşuna gidiyor veya gitmiyor, yaşamına devam ediyorsun sonra. Yasak bu mesela, aklım almıyor. Sevişin baba erenler ya. Cürufunuzu pasınızı atın.
“Titiz”. Adam kısa boylu, hafif kel, ince. Her şeyi düzene sokmak istiyor. Evdeki hesap onda, çocuklarının ihtiyaçları, eşinin kremleri, bir yere gidip gelme planları, ne varsa onda. Bu adamın kendine çeki düzen vermesi gerekir mi, Göle’nin sorguladığı bu. Bir ara aklıma gelmişti, böyle bir adamı anlatsam uzun uzun? Ne çatışma var ne bir şey, adam işe gidip geliyor, ailesini çekip çeviriyor, gazete okumaktan başka keyfi yok, televizyon gözlerini ağrıttığı için izlemiyor mesela, otobüs beklerken kimseye bakmıyor, gözlemlediği hiçbir şey yok, işinde makine gibi çalışıyor. Böyle gider, bu hikâye yazılsa okur delirir muhtemelen. Der: “Birader, azıcık çatıştır şunu. Kafamız şişti bunun düzenli yaşamından.” Çatışmıyor adam, yapmamayı tercih etmediği gibi yapmayı da tercih etmiyor, sadece yapıyor.
Düşündürdü valla Göle, bazı şeyler bazı şekillerde oluyor ve bazıları olmuyor. Olanların altında neler var, olmayanların altında neler yok, bunlarla ilgili metinler. Ben Göle’nin kurgularını tercih ederim gerçi, bunu da isteyen okusun.
Cevap yaz