Emrah Safa Gürkan bizde biyografi, otobiyografi gibi türlerin gelişmediğini söyler, bunun sebebi şu olsa gerek: “Bu kitaptan da anlaşılacağı gibi annemin yetiştiği dönemde Türkiye’de insanların ‘ben şunu bunu yaptım’ diye kendilerinden ve yakınlarının özel hayatlarından söz ederek şahıslardan izinsiz bahsetmek, onları yargılamak, toplumun yabancısı olduğu ayıplanan bir davranış türüydü. Belki de bunun için bizde biyografi, otobiyografi türünden çalışmalar çok az.” (s. 18) Belkıs Halim Vassaf’ın anlattıkları kadar anlatmadıkları da bu bağlamda dikkate değer, örneğin dul kalan annesinin kaçırılmasına şöyle bir değinip geçiyor, o kadar belli belirsiz anlatıyor ki “baba”dan “hacı baba”ya hızlıca geçiveriyoruz. Mehmet Akif Ersoy’un oğlunun hırsızlığı da aynı aceleyle anlatılıyor, isim verilmemiş ama bahsi geçen kişi Mehmet Emin Ersoy olsa gerek. Yanında ünlü bir hakimin oğluyla birlikte anahtar uydurup Belkıs ve Ethem Vassaf’ın evine girmişler, yakalandıklarında elmasları kırdırıp sattıklarını söylemişler. İlginç bir detay daha, hakimin oğlunun eniştesi o dönem Son Posta‘da çalışıyormuş, Belkıs Vassaf’ın abisi Zekeriya Sertel’in gazetesinde. Kırdırana mutemet olarak orada olmadığı bir zamanda enişteyi göstermişler, işleri görülmüş. İki hırsız da eroin bağımlısıymış, olay yerine getirildiklerinde durumları kötüymüş, Vassaflar nöbetçi eczaneye giderek “ilaçları” alıp polislere vermişler, hırsızların açlığını dindirmişler. Şunu da alıntılayayım: “Belirli bir zümrede morfin alışkanlıkları vardı ama müptelalara bir sağlık sorunu diye bakıldığından doktorların tedavisi altında ihtiyaçları karşılanırdı. Bugünse bu hastaların ihtiyaçlarını mafya temin eder oldu. Devletteki anlayış değişikliğiyle sağlık sorunu asayiş meselesine döndü.” (s. 193) Geçenlerde kenevir yetiştirmekten tutuklanan ODTÜ’lü akademisyeni hatırladım, altmış yıl önce yaşasa bambaşka bir muamele görecekti. Her neyse, dedikoduya pek girmiyor Belkıs Vassaf, ne yaşadıysa onu anlatıyor. Maceralı bir yaşam onunki, özellikle savaş yüzünden göç etmekle geçen çocukluğundaki tanıklıkları çok değerli. Osmanlı’nın Balkanlar’dan geri çekilme safhalarını tarih kitaplarından okuruz da neler olup bittiğini küçük bir çocuğun gözünden görmek başka bir şey. Bugün Makedonya topraklarında olan Usturumca’daki sosyal yaşama dair de pek çok anısı var Belkıs Vassaf’ın, o kadar detaylı anlatıyor ki okuru olumlu anlamda sıkıyor, bu ne demekse. Basbayağı mikro tarih, Gündüz Vassaf da “geçmişten gelen karpostal” dediği bu tür metinlerin önemine değiniyor giriş yazısında.
Belkıs Vassaf geçtiğimiz yüzyılın başında çok renkli bir dünyaya doğuyor, Usturumca o zamanlar Hristiyanların, Müslümanların ve Yahudilerin ayrı mahallelerde de olsa birlikte yaşayabildikleri bir yerleşim yeri. Yahudiler ve Müslümanlar aynı hamamda yıkanabiliyorlar ama Hristiyanlar için yer yok veya gelmek istemiyorlar hamama. Paskalya geldiği zaman evler yumurtalarla doluyor, Hamursuz zamanında özel yapım ekmekler yeniyor, henüz I. Balkan Savaşı çıkmadığı için hırgür yok. Kadınlar sokağa çıkmıyorlar, çocuklar sokakta oynamıyorlar, hayatlı koca evlerde aileler bir arada yaşayarak kendilerini eğlendiriyorlar. Kadınlar rahat etsin diye evleri birbirine bağlayan geçitler var, sokağa çıkmadan bütün mahalleyi dolanırlarmış bu geçitler sayesinde. Sırplar mekânı bastıklarında o geçitler sayesinde çok insan gizlenmiş veya kaçmış, canlarını zor kurtarmışlar. Usturumca’daki sosyal yaşama sayfalar dolusu yer ayrılmış, okul dönemi ve kaçışla devam edeyim. Belkıs Vassaf pamuk dedesinin yardımıyla elifbayı öğrendiği için küçük yaşta birkaç sınıf birden atlayarak eğitimini sürdürmüş, dedesi sofu olsa da çocukların mutlaka okula gitmesini istermiş. Savaş çıkmasa o rüya sürecekmiş ama bir gün sokaktaki telaş evlere sirayet etmiş, Sırpların kısa süre sonra oraya gelecekleri haberi yayılır yayılmaz herkes evini terk etmeye başlamış. Önce çocuklar kaçırılmış, Belkıs Vassaf kardeşleriyle beraber Selânik’e gelmiş. Evlatlıkların bütün işleri yaptığı konak yaşamından sonra yaşam zor gelmiş orada, kendi işlerini kendileri yapmaya başlamışlar, üstelik hemen hemen bütün varlıkları geride kalmış. Zar zor bir araya gelen aile üyeleri 1909’da gemiye atlayıp İzmir’e gelmişler, oradan trenle Akhisar’a geçmişler. Bambaşka bir hayat tabii, nene zeytinyağına alışamadığı için oranın yemeklerine alışamamış, yolda çevirip çevirip muhacir mi yoksa Müslüman mı olduklarını sorarlarmış, Vassaf’a “gavur” diye bağırıp taş atmaya başlamış çocuklar. Kanalizasyonun ilkelliği var, evlerden çıkan sular yolun ortasından bir dere gibi akarmış da kadınlar o suda çocuk bezlerini yıkarlarmış. Epey Rum varmış orada, Yunan ordusu İzmir’e çıkınca taşkınlık yapmaya başlamışlar. O sırada Zekeriya Sertel çıkmış ortaya neyse ki, kardeşini İstanbul’a aldırarak Çapa Kız Öğretmen Okuluna yerleştirmiş. “Leyli meccani” okuyan Vassaf’ın ne I. Dünya Savaşı’ndan ne de Kurtuluş Savaşı’ndan haberi olmuş, idareciler içeri hiçbir haberin sızmamasına özen gösterirlermiş. Sanırım bir tek yemeklerden anlamışlardır durumu, bir dönem üç öğün bulgur yemişler, sonra işler düzelince doğru düzgün yemeye başlamışlar. Vassaf’ı kesmemiş o okulu bitirmek, hemen Arnavutköy Kız Kolejine girmiş. Dünya yine değişmiş tabii, Robert Kolej’in sistemiyle önceki eğitimin sistemi arasında dağlar kadar fark olduğu için Vassaf başta afallamış ama alışmış sonra, dil öğrenmiş, bir yandan da öğretmen olarak çalışmaya başlamış. Öğretmenlik ve okul anılar uzun, merak edenlerin elinden öper. İstanbul Üniversitesi yılları geliyor sonra, felsefe bölümünde okumaya başlayan Vassaf’ın rahat bir öğrenciliği olmuş, Macit Gökberk ve Niyazi Berkes sınıf arkadaşları. Daha da önemlisi Georges Dumézil’den ders alma onuruna erişmiş, süper olay. Batı edebiyatı dersleri ortakmış, edebiyat şubesiyle birlikte almışlar o dersi, Pertev Naili Boratav’la o derste tanışmış Vassaf. Nihal Atsız da aynı sınıftaymış ama pek görüşmezlermiş onunla. Hoş bir anıyı alayım: “Üniversiteye uğrayanların arasında Muzaffer Şerif’ten başka bir de Necip Fâzıl vardı. Sohbetler ederdik. Necip Fazıl’ın bende çok iz bırakan bir sözü olmuştu: Tevfik Fikret’in ‘Siz ey karilerim’ (okurlarım) diye bir yazısı vardır. Necip Fâzıl onu hâkir görürdü. ‘Karilerim kim olursa olsun ben karilerim için yazmıyorum. Ben kendim için yazıyorum” demiş ve ‘Tevfik Fikret adeta karilerine yalvarıyor’ diye ilâve etmişti.” (s. 148) Başka bir anı da evin polislerce basılmasına dair. Kitaplara bakmışlar, yabancı dildeki kitaplardan işkillenip karakola götürmüşler Vassaf’ı, yolda Sabahattin Ali’yi görünce abisi Zekeriya’ya haber vermesini rica etmiş ama kendi telaşı ağır bastığı için umursamamış Ali, yürüyüp gitmiş. Eh sonra yakayı kurtarmış Vassaf ve kendisini şikayet edenin öğretmenlik yaptığı Çamlıca Kız Lisesinde okuyan gizli polis olduğunu öğrenmiş, dersten bıraktığı bu öğrenci hocasını jurnallemiş hemen. Saçma sapan işler.
Sonra ne oluyor, Ethem Vassaf’la tanışma, evlilik, nohut oda bakla sofa ev, eğitimini sürdürmek isteyen Belkıs’ın ABD’ye gitme isteği. Eğitimleri bitene kadar kalacaklarını düşünüyorlar ama II. Dünya Savaşı patlayınca birkaç yıl orada yaşamak zorunda kalıyorlar, Gündüz Vassaf o sırada doğuyor. Savaştan sonra ülkeye dönüyorlar, Ethem Vassaf DP’den milletvekili ve Menderes’in çalışma arkadaşı oluyor. Darbeden sonra tekrar ABD, bu kez daha uzun kalıyorlar. Döndüğünde yaşlı bir kadın artık Belkıs, 1998’de de “galiba ölüyorum” dediğinin ertesi günü hayatını kaybediyor.
Belkıs Vassaf’ın anlattıkları her ne kadar tatmin edici olsa da bazı mevzular daha da derinleşemez miydi diye merak ettim, örneğin DP dönemi, ABD’deki akademik ortamla Türkiye’dekinin kıyası, ırkçılık gibi konular pek kısa anlatılmış. Tam bir otobiyografi demek zor açıkçası, bir sohbet havası da var. Keyifle okunuyor tabii, ilgilisi el atsın bir.
Cevap yaz