Şenocak gerçekçi edebiyatın birçok okuru bunalttığından ve gerçeküstünün büyüleyici dünyasında yaşamak istediğinden bahsediyor arka kapakta. Öyküleri için büyülü gerçekçiliğe yakın diyebiliriz ama çoğu öyküsü bu türe tam oturmuyor. “Naj” mesela, Osmanlı zamanında geçen bir aşk öyküsü, dönemin otantikliği gerek tasvirlerle gerek dilin kullanımıyla başarılı bir şekilde yansıtılmış olsa da sondaki tesadüfün gerçekliğin sınırlarını aşmaması ve olağanüstünün eksikliği geçmişte geçen bir hikâyeden ötesini düşündürmüyor. Bakalım, Attar Ömer Muharrem’in yüzüğü o uğursuz günden iki yüz yıl sonra Avşa açıklarında bir sığlıkta bulunur, bu bilgiden sonra yüzüğün neden orada olduğunu anlatan hikâye başlar. Ömer âşıktır, Naj’a tutulduğu için cennet kokusunun sırrının kazındığı yüzüğü eşi Naj’a verir. Naj o sırada kalbini bıçkın delikanlı, Üsküdar’ın namlı kabadayısı Cengiz Ali’ye kaptırır. Yavaş yavaş büyüyen tutku, itiraf sahnesi, ardından Ömer’in Naj’ı Cengiz Ali’yle buluşma yerine kadar götürmesi ve bıçakların konuştuğu bir kavganın ardından ölenlerin ölmesi ve kalanların kalması anlatılır, sonrasında öykünün başındaki bahse dönerek yüzüğü bulan, onca antikacı gezmesine rağmen okutamayan şahsın kızgınlıkla fırlattığı yüzüğün Ömer’in mezarının üzerine düştüğünü görürüz, eğer torunlarının torunlarının torunları birazcık araştırırlarsa atalarının mezarını, aile sırrını bulabileceklerdir. Öykü budur, Ömer’in imal ettiği kokuya dair birtakım abartıların dışında yaşamın sihrine yaklaşan bir nokta yoktur, oldukça gerçekçi bir öyküdür bu. “Tatlı Tatlı Ölebileceğiniz Bir Yer” büyülü gerçekçiliğe cuk oturan üç öyküden biri, tabii hayali kurumlar ve karakterlerin sanrıları ne kadar büyülü gerçekçiliğe dahil edilebilirse. Kıyas yapıyorum, benim zamanında uydurduğum KKÇB, Kar Kristali Çizim Birimi nam kurumum zannımca büyülü gerçekçiliğe şlak diye oturur çünkü ucu bucağı olmayan bir salonda kar kristali tasarlayan sayısız çalışan olanaksızdır. Lakin TTÖBY, Tatlı Tatlı Ölebileceğiniz Bir Yer adlı, ölmek isteyeni öldüren kurumun varlığı her ne kadar bütün etik ve ahlaki değerlere tepik atsa da mümkündür. İronik bir şekilde büyülü gerçekçiliğin gerçekliği imkânsıza yaklaştıkça ikna edici hale gelir, büyünün saçmayı veya absürdü çağrıştırmamasının etkisi var zannediyorum. En azından bu öyküyü absürde daha yakın görüyorum, her ne kadar karakterler sorgusuz sualsiz olağanın dışında devinseler de büyünün eksikliği, kurumda çalışan karakterlerin kurmacanın içinde olduklarının farkındaymışçasına kurdukları diyaloglar anlatı dünyasının olduğu gibi kabul edilmesini engelliyor. Bilemiyorum, mevzuyla ilgili daha fazla kaynak okumam lazım. Neyse, Zalfaris adlı karakter Elif’in gidişiyle boşluğa düşer, nasıl bir boşluğa düştüğünü acısının uzun uzun anlatımından çıkarırız, yaşamı cehenneme döner. Evde duramadığı için bir otel odasına geçici olarak taşınır, aylardan sonra yatağının bir ayağının altına yerleştirilmiş kâğıt parçasını sıkıştırıldığı yerden çıkarıp okur. TTÖBY’den böyle haberdar olur Zalfaris, kuruma giderek ölmek istediğini söyler. Elif’i görünce donakalır, ne ki kadın Elif olmadığını söyler ve prosedürü başlatır. Aslında ölmek istemediğini öldürücü ilaç zerk edildikten sonra anlar Zalfaris, o sırada gelen doktor Elif’e hastanın isteğini neden son bir kez teyit etmediğini sorar, kararını vermeden gelen hastayı haşlar, Zalfaris kendini yavaş yavaş kaybederek yaşamını kaybeder. Kaybetmez, uyanır ve oyuncu dostlarının iyi dilekleriyle kurumdan çıkıp hayatına devam eder. Devam etmez, tekrar otel odasında uyanarak acısını yaşamayı sürdürür. Aynalı bir öykü, A’dan B’ye geldikten sonra B’den A’ya doğru yola çıkarız yine, anlatı başladığı yerde sona erer, Elif’in gidişiyle nokta konur. İyi öykü aslında, çok sayıda “twist” var, yine de diyaloglar bozuyor işi biraz.
“Küçük Kırmızı Pembe Kadın” balıklara adanmış bir öykü, bir balıkçının küçük kırmızı pembe kadın balığı tutmasıyla başlıyor, balığı yaşatma çabalarının yetersiz kalmasıyla başa dönerek tekrar aynı kadını yakalar. Şenocak bu tekniği defalarca kullanarak etkisini azaltıyor, daha yaratıcı bir sonu hak eden öykülerden biri bu. “Mavi” geliyor sonra, bence kitaptaki en iyi öykü bu. On katlı bir apartmanın onuncu katında yaşayan geniş ailenin bir ferdi anlatıyor hikâyeyi. Can annesi, babası, abisi, dedesi, anneannesi, anneannesinin annesi ve anneannesinin anneannesiyle birlikte yaşamaktadır, sonuncunun adı Mavi. Bu arada kaynak gösteremeyeceğim için oldukça lüzumsuz olacaksa da söylemek istedim, Şenocak’ın bu öyküde kullandığı tekniğin birebirini şu an hatırlayamadığım başka bir yazarda gördüm, ithaf vs. yoksa bariz bir intihal var, denk gelirsem veya hatırlarsam eklerim buraya. Gerçi akla gelmeyecek bir şey değil ama kullanım şeklinin benzerliği işkillendirdi. Olay şu: “Torununun torununun torununun torunu Can girdi içeriye. Yani, ben.” (s. 70) Üçüncü tekilden birinci tekile ani geçiş öykünün anlatım biçimini değiştirdiği gibi atmosferini de değiştiriveriyor, içeriden bir gözle izliyoruz olan biteni. Mavi’nin ölümü kovmaya çalışması ve ailenin yaşlılığın büyüsüyle muhatap olmasıyla ilgili bir öykü bu. Mavi ara ara, “Ölüm beni unuttu,” diye sızlanır, ölmeye konan bir kuşu sert bir hamleyle aşağı düşürür ki ölüm gelince kendisini hatırlamasın, bir de hasta olan dedeyi camdan aşağı atacağından korkan torunlar Mavi’yi göz hapsine alırlar. Nihayetinde ölümü beklemekten sıkılan Mavi kendini aşağı bırakıverir, ölüm gerçekten kendisini unuttuğu için on kat aşağıda kar yığınının üzerinde oturur vaziyette görülür en son. Tansiyonun yükselmesi, gerçekçilik, büyü, her şeyiyle dört dörtlük bir öykü bu. “Duvarın Gözleri” de aynı şekilde kusursuz. Hırsız, Deccal, duvar ve tekrar hırsız anlatılır, kısa bölümler dördünü ayırarak anlatıyı biçimler. Duvardaki Deccal tablosunun geçmişi okuru yine olağanüstü ögelere hazırlar, hırsız tabloyu çalmaya geldiğinde tabloya bakarak ölümün sırrını keşfeder, tabloyu yere fırlatır ve duvarın gözlerine bakar, yüzyıllardır yapılmamışı yaparak yaşamının doruk noktalarından birine erişir.
“Edi’nin Arkadaşı”nın açıklaması “yabancı el sendromu” denen nanede midir, suçluluğun çarpıttığı gerçeğin olağanüstülüğünde midir bilinmez, yine de bir sadakatsizliğin enfes anlatımı için okunur bu öykü. Edi eşini aldatır, bu. Sabah edilen kavganın sonucu eşin arkadaşıyla sevişmek ve gece vakti eşle yüzleşmektir. Gece değil gerçi, sabah telefonda suçunu itiraf eder Edi, sonra boğazına sarılan bir çift elle mücadele etmeye başlar, belki de eve bir hışımla gelen eşi Bahar’ın saldırdığını düşünürüz ama aslında kendi elleriyle boğuşmaktadır Edi, kendine duyduğu nefretin yol açtığı intiharını yaşar. Bahar gelir o sıra, Edi’yi affederek ölümden kurtarır. Sonla sona kadarki bölüm arasında bir orantısızlık mevcut, öykünün yoğunluğu homojen bir şekilde dağılmadığı için gerilim bir anda fırlayıp düşüyor, dengesiz olmasına rağmen hoş bir öykü bu da. Son olarak “Kelebek Hücresi”nden bahsedeyim, klişe bir hikâyenin yine klişe işlenişiyle vasat bir son. Sırf diyaloglardan ibaret, esas karakter birini öldürdüğü için hapiste, bir başkasıyla konuşarak işlediği suçun savunulacak bir yanı olmadığını söylüyor ama öteki tam tersini iddia ediyor, sonradan anlıyoruz ki karakterin konuştuğu da kendisi, Mr. Hyde’ı susturmaya çalışıyor. O sırada kendisine iyi davranan gardiyanı öldürüyor ve yerine gelen kadın gardiyanın gaddarlığından rahatsız oluyor. Meğer öldürdüğü gardiyan ölmemiş, kadın gardiyan yokmuş ve aslında her şey bambaşkaymış, kabaca böyle özetlenebilir. Diyaloglar yine kötü, azıcık tecrübeli okur ters köşeye yatıp şaşırmaz, dolayısıyla ortalama bir öykü olduğunu söyleyebiliriz bunun.
Ne diyeyim, hoş. Akın Sevinç ve Kevork Kirkoryan’la birlikte okunmalı Hakan Şenocak. Edebi üçüz.
Cevap yaz