Kurabiyenin yanında çay, bir de gırtlağa dayalı bıçak, ideal misafirlik budur. Edebiyat anlayışını açıklamaya çalışan Fatma’nın, bıçak gırtlağına dayanınca altına işeyip “Sidikli” lakabını alan huysuz, deli kadının Proust’a çakacağı laf yarıda kalır, Nebiye pek sevdiği yazarın itibarını korur, mahkemede söyleyeceklerini de aklından geçirir çünkü yakın arkadaşını öldürmek üzeredir. Anlatıcıdır bir de, olayları gözünden izleriz. “Bıçak sol elimde, sapını biraz daha ittim. İşte hayatımızda bir prömiyer.” (s. 4) Fatma’nın hayatı umurunda değil, kandan da korkmuyor ama anlatılacak bir hikâyesi var, doğumundan itibaren anlatmazsa o hale nasıl geldiklerinin bir anlamı olmaz, sonuçta gırtlağa dayalı bir bıçağın Proust’la alakasını görebilmemiz için bir yaşamlık mesafe kadar geriye gitmek zorunda Nebiye, hatta araştırmaları sırasında ortaya çıkardığı aile ağacının tarihi kadar geri gidecek. Hoş bir teknik, klişe olduğu kadar kullanışlı, merak uyandırıcı. Yılları aşıp tuhaf, gerçek olamayacak kadar rastgele hikâyelere dönmeden önce bir iki meseleye daha değiniyor Nebiye, Fatma’yla yakın arkadaş olmasının sebeplerini ele alırken erkekleri bombalıyor arada. “Merhabaları, eyvallahları, bir cümleyi kuruşları, lafı getirişleri, götürüşleri, içimde her şeyi kuruttu merak ve arzu namına. Bıyıklılar, bıyıksızlar, hepsi… Şunlara sıkı bir sus çekemedik. Ne çoklar, patırtılılar, ne kadar yer kaplarlar dolmuşlarda, bacaklarını açıp, her şeyleri gürültülü, aksırma, öksürme…” (s. 5) Uçkuruna düşkün erkekler ilerleyen bölümlerde yerilir, rezil edilir, açüklamaların yol açtığı kavgalar yüzünden edebiyat camiasında cepheleşmeler görülür, olaylı bir anlatıdır bu yani. Kanetti’nin olumlu anlamda gevşek, çağrışımlara açık, zengin anlatım biçimi bir yana, meseleler de pek matraktır. Geleceğiz, önce tarih. Nebiye Nikaragua doğumlu, Masayalı bir kadının kızı, anadili İspanyolca. Babası oralara ticaret yapmaya gitmiş bir Lübnanlı, İstanbul’a gittikten bir süre sonra Lübnan’a dönmüş, sonra denizlere açılmış. Son durakta adı “Turco”, dört evladı ve eşiyle mutlu mesut yaşarken Masayalı kadın ölüveriyor, baba dertleniyor, doktorlar kızartma yememesini söyleseler de Nebiye dayıyor kızartmaları, baba mort. Ölmeden önce Nebiye’nin İstanbul’a gitmesini istiyor, Türkçeyi bir o öğrenebildiği için. Kardeşler, Nikaragua, her şey geride kalacak ve Nebiye İstanbul’a gelecek nihayetinde. Arada Paris günleri var, sosyoloji eğitimi alırken hocası M.’nin birey ve trajedi arasındaki ilişkiyi irdelediği bölümleri metne de uyarlayabiliriz. Trajedi eski, birey yeni bir kavram, Antik Yunan’da birey kavramı yokken trajedi vardı ama günümüzde bireyle trajedinin birlikte var olabilmesi için önce bireyliğin tanımlanmış ve benimsenmiş olması gerekiyor. Bizde tanımlamadan bol bir şey yoksa da bireyleşme de o ölçüde yok, arada kalmışlığın etkisini uygulamalı olarak Nebiye’de görüyoruz. Kadının varlığı erkeklerce onanmadıktan sonra kabul görmediği, erkekler de aynı şekilde toplumsal biçimlendirmeden ötürü kendi benliklerinin üzerine rezil bir yapı kurdukları için birey yok, trajik birkaç hadise ve bolca komedi var, metin bir açıdan entelektüel periferimizin eleştirel bir panoramasını sunuyor. Orhan Koçak bu metin için “anahtarlı roman parodisi” diyor, Nebiye’nin melezliği sayesinde görebildiği sahtelik, olmamışlık “kültürel gürültü” içinde kaybolur, İstanbul boheminin pozlarına karışarak entelektüel camiada saygı görür, el üstünde tutulur falan. M.’ye göre Nebiye’nin arada kalmışlığı büyük avantajdır, sosyolojik araştırmasını romana çevirme niyetinin itici gücüdür, kültürler arasındaki gerilim iyi bir metin ortaya koymak için gereken çatışmaları sağlar. Tarafsız bir gözlemcidir Nebiye, “yarımkan” duruşu ünlü yazarları, düşünürleri titrlerinin gerisindeki halleriyle yüz yüze getirir, kralların çıplaklığı ortaya çıkar.
Sosyoloji tezinin romanlaşmasına geleceğiz, hatta geldik bile, malum romanı okuyoruz muhtemelen. Devam, Nebiye İstanbul’a geldikten sonra çevirmenliğe başlar, Latin Amerika’nın önde gelen yazarlarını Türkçeye kazandırmaya başladıktan sonra adı duyulur, Fatma’yla da tanıştıktan sonra edebiyat mahfillerine girmeye çalışır ama tam anlamıyla kabul edilmez. “Oralarda sık sık Türkçe hayaller kurmuştum ama burada beni tam kendilerinden saymadılar. Severlerdi TAM lafını. TAM buralı. TAM burjuva. TAM VE GERÇEK. GERÇEK İstanbullu. GERÇEK yazar, GERÇEK şair. Melezler için ürpertici sözler.” (s. 11) Almancacılar, Fransızcacılar, İngilizceciler, Amerikancılar gruplarını tahlil eder Nebiye, matrak, hepsinin özgün tuhaflıkları var. Ali Kömürgöz’le hemen tanışırız çünkü edebiyat, düşün, taşın alemi de ansızın tanışmıştır kendisiyle, memlekete döner dönmez bütün bilgi birikimini makalelere dökmek ister gibi yazar. John Cage’in müziği, Fuzulî’de cinsel kararsızlığın gerilimi, Ezra Pound’un faşistliği, Wittgenstein’ın oluşu, yazılabilecek ne varsa. Beş kişilik kemik kadronun bir araya gelip sanat hakkında vecizeler sıktıkları bölümde dalgasını geçer Kanetti, tayfayı tahlil eder, büyük adamların küçük yüreklerini gözler önüne serer. Oğuz Atay’ın acı mizahıyla ikrah ettiği sosyalist gruplara da dokunur, o bölümü olduğu gibi alıntılamam lazım: “Meyhanede boş masa kalmamış. Hümanist sosyalistler, kötümser Marksistler, iyimser Leninistler, ayrı ayrı masalara kurulmuş… İstanbul’un tek bohem Eşkenaz Yahudisi Robert aracılığıyla, birbirlerine birleşme mesajları gönderiyorlar. Mesajların çoğu yarı yolda kayboluyor. Sol o yıllarda bir türlü müşterek hareket edemediyse, belki bu züppe Robert yüzündendir.” (s. 23) Konuşmaların arasına edebi tahliller sıkıştırılır, Ali’yle atışan Nebiye’nin kısacık bir yorumu Reiner Stach’ın Kafka’yla ilgili sayfalarca yazısına bedel örneğin. Kafka’yı anlamak için Yahudi, hatta Eşkenaz Yahudi olmak gerek, Eşkenaz babaların oğullarına günde üç kez “parazit” dediğini bilmeden, parazitliği yaşamadan Dönüşüm‘ü “TAM” olarak anlamak mümkün mü? Ansızın ortaya çıkar bunlar, Şapat Efendi’nin ortaya çıkması gibi. Belli bir yerde kişi başına ortalama kaç felaket düştüğünü araştırmak için kütüphanelere gider Nebiye, eski kayıtları araştırırken kökleri Edirne’ye uzanan bir aileye dair her kaydı bulur ve çalışmalarına başlar. İki hikâye çizgisi belirir böylece, İstanbul’un fiyakalı entelektüellerinden Osmanlı’nın son zamanlarına, Yahudi bir ailenin serüvenlerine zıplayıveririz. Uzun uzun değinmeyeceğim, kısaca söylemek gerekirse Kanetti’nin oluşturduğu soy ağacı, ABD dahil pek çok memlekete yapılan yolculuklar, kültür farkları ve diğer pek çok mesele öylesi bir başarıyla anlatılmış ki Kanetti’nin o ailenin, sonradan ailelerin bir ferdi olduğunu düşünmeden edemedim. Nebiye’nin günlerce, belki aylarca incelediği ailenin son zinciriyle, Nancy’yle tesadüf eseri karşılaşması da hoş bir oyun olarak düşünülebilir, Fransa’daki tozlu raflardan İstanbul’un gece hayatına bir köprü. “O gün değilse de altı ay sonra karar verdim ki, ‘Kişi başına kaç felaket düşmelidir?’ konulu tezime, belki sadece, ileride Nancy’ye rastlayacağım için girişmiştim.” (s. 93) Ailenin hikâyesinin geri kalanını Nancy’den öğrenen Nebiye muhtemelen metnini kurmaya başlar, yazdığı bölümleri anlatının ortalarında okuruz ama müstakil bir yapı olarak değil. Nebiye kendi başına gelen felaketlerin de çizelgesini çıkarmak istercesine yaşamını anlatmayı sürdürür, örneğin Ali Kömürgöz’ün mesnetsiz bir yazısında çevirilerini eleştirdiğini görünce tepesi atar, Fatma’nın da adamı desteklemesi sinirlerini iyice gerer. Bir ay görüşmezler, sonra Fatma’ya çay içmeye gider ve bıçaklı sahne çekilir. Proust değil bu arada, mevzu Fitzgerald. Fatma mıy mıy yaşayan ve anlatan yazarları sevmediğini biraz da ukalaca söylediği zaman Nebiye iyice delirir, telefon çalar çalmaz büyüden kurtulur, Fatma ucuz yırtar. Son bölümde Fitzgerald’ın metinleriyle Fitzgerald-Hemingway ilişkisi anlatılır uzunca, iyidir. Bol atlamalı bir kurgu, oradan nereye, yazarlıktan ailevi felaketlere zıplamalar var, etkileyici kurmaca.
Nereden baksak iyi roman. Dil bence yeni, kurgu zaten iyi, mevzular ilginç. Tavsiye ederim.
Cevap yaz