Çağdışı bir kurumun eseri sansür, nice sanatçıyı süründürmüş. Edebiyattaki muadilinin Mahmut Makal gibi yazarlara çektirdiği malum, anlatıda köylülerin ayakları çıplak diye kitapları toplatmaya çalışıyorlar, İngilizceye çevrilenlerin hepsini satın alıp yok edecekler akıllarınca. Yeni baskıyı da toptan alacaklar, kısırdöngü, saçmalık. Filmlerin sansür gerekçelerinde de aynı suçlamaya rastlıyoruz, insanımızı yoksul göstermek suç. İktidarlar değişiyor, sansür yönetmeliği değişmiyor, bu yüzden pek çok film seyirciyle buluşamıyor. Kuruldakiler sürekli değiştiği için kararlar tutarsız, adında yer alan argo sözcük yüzünden film toptan yasaklanırken birkaç ay sonra başka bir film onaylanıyor. Denetleme de yok, sansürden geçmesi için kesilip biçilen filmler dağıtıldıkları yerlerde eksiksiz gösteriliyor, kimse de umursamıyor. Müstehcenlik varsa yerel yönetimlerin de onayıyla afişler sansürleniyor ama filmin gösterimi serbest, kuruldan geçmiş. Taksim’de seks filmleri gösteren sinemaların önüne bombalar konmuş bir dönem, sinema salonları basılmış, Allahsızlık, dinsizlik ve sapıklık yayılmasın diye necip milletim elinden geleni yapmış. 1932’ye kadar iki polis memuru görevlendirilirmiş, onların raporlarıyla sansürlenirmiş filmler, sonra kurul oluşturulmuş. İl polis müdürü, emniyet müdürü, İçişleri, Milli Savunma ve Genelkurmay’dan birer temsilci İstanbul’daki kurumda gelen filmler hakkında hüküm veriyor, Ankara’daki kurumun da onayıyla Ankara’daki polis müdürlüğü izin belgesi hazırladı mı tamam. İki kurul arasında anlaşmazlık çıkarsa son söz Ankara’nın. Yabancı filmleri İstanbul, yerli filmleri daha çok Ankara denetliyor, ilginçtir ki yabancı filmlere onay çıkarken aynı konuları benzer biçimlerde işleyen yerli filmlere onay çıkmayabiliyor, ikilik. Beş üyeden üçü ret oyu verirse film iptal, çeşitli düzeltmeler yapılırsa onay çıkıyor ama seti tekrar kurmak, sahneleri çıkarmak veya baştan çekmek lazım, çok zahmetli. “Tümüyle ret” bir filmin başına gelebilecek en kötü şey, hiçbir şekilde düzeltilmiyor film, tamamen iptal. Haldun Taner’in söylediği: “‘Sansür müessesesinin demokratik bir hukuk devletinde yeri yoktur. Kanuni denetleme için kanunlar ve savcılar vardır.’” (s. 16) Taner işi ehline verme taraftarı, devletin sanatla ilgisiz birimlerinde çalışanlardansa dramaturgların denetmen olarak görev almaları gerektiğini söylüyor ama uçan kuşun bile politikleştiği ülkede nesnel gözler nereden bulunsun, pek yaş iş bu. Nijat Özön de 1939’da yürürlüğe konan tüzükten şikayetçiyse de sonraları hedef göstererek sansürü işletiyor. Danıştay alınan kararları bozabiliyorsa da bunun zamanı belirsiz, yapımcının zararı bekledikçe arttığı için araya adam sokmak gerekiyor. Özgüç iki örnekten bahsediyor, filmler tanıdıklar vasıtasıyla kurumlardan geçirilerek gösterilebilmiş.
“Yasaklama Gerekçeleri” adlı bölüm ilk sansürden itibaren 1970’lere kadar sinemamızdaki sansür uygulamalarının bazılarını içeriyor, ilk sansür 1919’da Ahmet Fehim’in çektiği Mürebbiye adlı filme uygulanmış. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserinden uyarlanan filmi İstanbul’u işgal eden generallerden Franchet d’Esperey gösterime sokmamış, Fransız mürebbiye erkek düşkünü olduğu için. Madam Kalitea, sinemamızdaki ilk vamp karakteri canlandıran oyuncu rolünü gerçekten çok iyi oynamış, kokot ruhlu mürebbiyeyi o kadar iyi canlandırmış ki sanatı bu şekilde ödüllendirilmiş. İlerleyen yıllarda Orhan Kemal ve Kemal Tahir de sansürden nasibini alarak takma isimlerle senaryolar yazmışlar. Metin Erksan’ın 1952’de başını derde sokan Karanlık Dünya adlı filminde ekinlerin boyları kısa ve cılızmış, ziraat işleri oldukça ilkel şartlarda yapılıyormuş ve karakterlerden ikisi çarıklı, ikisi çıplak ayaklıymış, bu yüzden birçok düzenleme yapılması gerekmiş filmde. Aynı şekilde Yılanların Öcü de sansürden nasibini almış, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in övgülerine rağmen film sansür kurulundan geçememiş. Bu tür tutarsızlıklar yüzünden kaç film heba olmuş, Susuz Yaz Berlin Film Festivali’nde ödül alınca memlekette hakkı teslim edilmiş, başka bir filmin Cannes’a gönderilmesi engellenmiş, bir dünya olay. Hudutların Kanunu‘nun sansüre uğramasının sebebi “jandarmaların çok pasif olması”, kuruldaki Kurmay Albay Ahmet Arıkan bu yüzden ret oyu vermiş. Böyle saçma sebeplerden iki kişi daha ret oyu verse Ömer Lütfi Akad delirirmiş herhalde, üçüncü denemede geçirebilmiş filmi çünkü. Yılmaz Güney’in Umut‘unda yine içler acısı bir durum var, gerekçeli kararda ondan fazla madde var, filmin reddedilme sebepleri. Yılmaz Güney’in atı ölüyor, fakir adamın atını öldüren zengin adam hakkında takibat yapılmaması gerçekleri yansıtmıyormuş. Rabia Naz Vatan! Filmde yoksullar çok yoksulmuş, Türkiye’de o kadar yoksulluk yokmuş, izleyenler yok yere galeyana gelmemeliymiş, başka bir sebep bu da. Antalya’daki film şenliklerinde sık sık olay çıkmış bir dönem, yarışmaya katılan filmlerin gösterimi sırasında seyircilerden bazıları taşkınlık çıkarmış, filmler aleyhinde bildiriler dağıtılmış. Ankara’da imam hatip öğrencileri, “mukaddesatçı” gençler toplanarak Yılanların Öcü‘nü protesto etmişler, filmin gösterildiği sinema hasar görmüş. Memleketimin sanatla imtihanı.
Seks filmleri. İsimleri değiştiriliyor en fazla, “lan” sözcüğü isimden çıkarılıyor ama filmde bol bol kullanılıyor, ilginç. Araştırmanın ikinci bölümünde seks filmlerine ağırlık verilmiş, sansür yüzünden “kolay” filmlerin ağırlık kazanmasıyla ortaya çıkan ucubeler incelenmiş. Tarih filmi diye rezalet piyesler çekilmiş, çocuk oyuncular sömürülmüş, pedagojik anlamda oldukça zararlı filmler çocuklara izletilmiş, yapılmaması gereken ne varsa yapılmış kısacası. Televizyonun sinemaya indirdiği darbeyi yumuşatmak isteyen yapımcılar erotik komedilere yönelmişler, tiyatro çıkışlı oyuncuları düşük ücretlerle oynatarak mevzunun komedi ayağını güçlendirmişler. Hadi Çaman, Ali Poyrazoğlu gibi tiyatrocular televizyona veya sinemaya geçebilmek için basamak olarak kullanmışlar bu filmleri, yapımcıların da cebi dolunca Yeşilçam topu atacak noktaya gelmiş. Konya’da afişler siyaha boyanmış bir dönem, insanların ilgisi bu afişlere kayınca seks filmlerinin izleyicisi artmış, matrak olay. 1975’teki izleyici sayılarına baktığımızda ilk on filmden üçü seks filmi. Sinema sektörü değişirken “masum kız” algısı da yıkılmış, hiç soyunmayan ve öpüşmeyen oyuncular duruma ayak uydurmuşlar, Arzu Okay bu isimlerden biri. Özgüç bu noktada hemen hemen bütün sinema camiasını suçluyor, önceleri yabancı filmlerden sahne aşırarak veya senaryoları doğrudan kopyalayarak kendi filmlerini çekenlerin devran dönünce seks filmlerini suçladıklarını, ikili oynadıklarını söylüyor. Tanıdıklar, arkadaşlar birbirlerini ihbar eder hale gelmiş o dönem, Ankara’daki komisyonun elinde bir ihbar dosyası varmış, şikayetler o dosyaya konuyormuş, film kurula gelince de basıyorlarmış sansürü reddi.
Melodram sömürüsü de benzer şekilde sansürden kurtulmanın kolay yolu, bol bol gözyaşı ve dram basılan filmler özellikle ev kadınları tarafından izleniyormuş. Kadınların durumu çok kötü, sinemalarda seks filmleri furyası var, tek başlarına film izlemeye gidemiyorlar, yazlık açık hava sinemalarına gidebiliyorlar bir tek. Televizyon yetmeyince yapacak bir şey yok, elde melodramlar kalıyor. İlginç gazete haberlerini de örnek olarak veriyor Özgüç, bir kadın ağlamaktan helak olmuş ve kalp krizi geçirmiş melodram izlerken, kurtarılamamış. Estetikten uzak, bomboş filmler bir dönem Türk sinemasına tebelleş olmuş kısaca, bunda en büyük pay sansür kurulları ve sansürcü zihniyette.
Özgüç reçete sunmadığını, bir dönemin sinema ortamını vermekten başka gaye gütmediğini söylüyor. Gerçi kurullara gerek kalmadı, öyle bir korku ortamındayız ki otosansür devreye giriyor doğrudan, eserlerimizi kesip biçerek tamamlıyoruz. Bundan yüz yıl öncesinde benzer bir korku ortamı var, günümüze kadarki süreç de pek farklı değilmiş. Meraklısı okusun, sinemamızın nasıl kösteklendiğini görsün.
Cevap yaz