Uçaktan bulutlar görülüyor, beyazlığın gölgesi yine beyazlık, uçak alçalmaya başlayınca aşağıda beyaz taşlar, mezarlıklar. Saraybosna-Mostar yolunda kurşun delikleriyle dolu binalar, evlerin bahçeleri, dağlar, ovalar mezar. Mostar Köprüsü gözlerden bir damla yaş getiriyor, anlatıcı büyüleniyor, oraya gelmeyenin yaşamadığını not düşüyor defterine. O defterlerden en az üç tane dolduracak, birkaç tane tükenmez kalem bitirecek, haftalar boyunca gördüklerini, hatırladıklarını defterlere işleyecek, hafızanın bir parçasına dönüştürdüğü defterler kargacık burgacık yazılarla dolacak. Yazdıklarının kitaplaşıp kitaplaşmayacağını bilmiyor anlatıcı, efsunlanmış gibi yazıyor bir. 24 Ekim 2011, köprüye günaydın, mezarların arasındaki hayatları seyir. Yaşam parçaları için ayrı kayıtlar, Çin malı kıyafetlerin etiketlerinde yazanlar, turistler, izlenecek çok şey var. Turistler özellikle geliyorlar oraya, “meşhur köprü”den geçiyorlar, fotoğraf makinelerinin flaşlarını patlatıp tökezliyorlar sık sık, köprü yirmi yıl önce bombalanıp yıkılmış ve tekrar yapılmış ama taşlar eski, aynı hizada değil, gezginlere tarihi hatırlatıyor. Japonlar kadar fotoğraf çeken, Amerikalılar kadar yüksek sesle konuşan yok. Taşlara isimler kazınmış, yerlilerinkiyle dünyanın öbür ucundan gelenlerinki yan yana, başka hiçbir şekilde buluşmayacaklar. “Köprü gene yıkılıp yapılırsa, restorasyon ustaları orijinaline benzesin diye bu isimleri de duvara kazırlar mı?” (s. 23) Gece otobüsler geçiyor köprü üzerinden ışıl ışıl kutular suyu dik keserek karanlığa karışıyor. Yakınlardaki barların sesleri gecede daha gür, Metallica çalanlarının yanında başka müziklerle sesleri bastırmaya çalışan var mıdır? Kıyıda bir yerde her şeyi izleyen adamı görüyorlar mı, defterine durmadan bir şeyler yazan, durup dünyayı izleyen adam neden orada? BM askerleri dolanıyor şehirde, siyahi ve beyaz adam aynı üniformanın içinde, su kıyısında bir şeyler içiyorlar. Tarihi bilmiyorlar muhtemelen, Kanuni köprünün mimarı Hayreddin’e haber yollayarak köprü çökerse kellenin gideceğini bildirmiş, açılış günü Hayreddin dağlara kaçmış başı yerinde dursun diye. Yüzlerce yıl sonra bombalarla yıkılacağını bilemezdi, köprünün mimarının Mimar Sinan olarak kabul edileceğini de. Hata bu, kaynaklara yanlış geçirilmiş bir bilgi, herkes köprünün Mimar Sinan tarafından yapıldığını biliyor, doğru değil. Kaçkın Hayreddin ürke ürke iniyor dağdan, eserinin sapasağlam ayakta durduğunu görünce göneniyor, gururlanıyor. Atlayanları görmüş müdür acaba? Oranın ata sporu, özellikle yaz aylarında yörenin insanı suya atlıyor köprüden. Gençler kızlara kendilerini beğendirmek için atlıyor, kimi güç gösterisi için, kimi spor amaçlı. Köprü sayısız ünlü türetmiş, içlerinden bazıları yetmiş yaşında bile atlıyor, o yaşa kadar gelmeyi başarmışlar. En ünlülerinin fotoğrafı var kaynaklarda, tam atlarken. 1993’te katliam sırasında kaybetmiş yaşamını, adı kitaplarda geçiyor bir, yaşı yetenlerin zihninde hâlâ atlıyor.
Amerikalılar televizyonda gösterilen belgeseli izliyorlar, tarih 9-11-93. “11 Eylül!” diyorlar, Amerikalılar gittikleri her yere kendi takvimlerini götürüyorlar. Diğerleri ortama ayak uyduruyor hemen, köprüden aşağı bakıyorlar, şehri geziyorlar ve sessizce, nasıl geldilerse öyle gidiyorlar. Anlatıcı bir iki kıza bakıyor, bir ikisiyle muhabbet ediyor, geçicilik üzerine kurulu ilişkiler. Kafede çalışanla muhabbeti daha uzun sürüyor, haftalarca aynı yerde oturan adamı merak eden yerliler yanaşıp sohbet ediyorlar. Bir nokta karanlık, anlatıcı futbol maçı izlerken Bosnalılarla takılsa da etnik ayrım hemen belli ediyor kendini, bir iki Sırp arkadaş edineceği sırada uyarılıyor anlatıcı, detay vermese de rahatsız olduğu belli. Sıcak savaşın ardından soğuk barış gelmiş, bir zamanlar aynı mahallelerde oturan insanlar birbirlerine selam vermeyecek noktaya gelmişler, azıcık bir yakınlık hemen imzasız mektuplara, tanıdıkların şaka yollu uyarılarına sebep oluyor. Takmıyor anlatıcı, varlığını bir süre sonra oradakilere tamamen kabul ettirince uyarılar da kesiliyor. Bütün acılar şehirle birlikte yaşamaya devam ediyor, bunun da etkisi vardır. Dükkânlarda savaş fotoğrafları, miğferler, savaşa dair ne varsa. Gece vakti ışıl ışıl bir haç, Müslüman mahallesine dikmiş birileri. Cudi Dağı’nda “Ne mutlu Türküm diyene” yazdığını hatırlıyor anlatıcı, coğrafya değişiyor da insan değişmiyor. Neden miğfer satılır ki orada, turistlere savaşı satmak neden? Kafelerin tabelaları iki taraflı, Türk turistler geleceği zaman “kahve” satıyorlar, Yunanlar geleceğinde “Yunan kahvesi” örneğin, milliyetçilikte ekmek var. Mostari’nin, köprünün bekçisinin memleketi bütün dünya, herkese aynı uzaklıktan bakıyor, bir tek oralı arkadaşlarıyla muhabbet ediyor. Mail gelirse gayet resmi bir şekilde cevaplıyor, havaya uymuş, ulu köprünün bekçiliğinden kıvanç duyuyor. Kaynaklara yönelip kütüphanelere gittiği de oluyor, çıkardığı istatistiklerde şehrin uğradığı yıkımlar, ölenlerin sayısı, yüzlerce yıl öncesinin dünyası beliriyor. Müslüman, Katolik, Ortodoks mahalleleri yan yanaysa da ayrı gayrı yokmuş bir zaman, torunların uzaklardan gelip oraları gezmesinden de anlaşılıyor bu. Atalarının topraklarında rahatlar, kökenleri orada olanlar asırlık taşların üzerinde yürürken tökezlemiyorlar sanki, kolektif hafızaları geçmişin her detayını hatırlıyor. Anlatıcı daha fazlasını hatırlamak için iki yaka arasında gidip geliyor, köprünün temellerini inceliyor, duvarlarda elini gezdiriyor. Defterini koyduğu çukurda yağmur suyunun biriktiğini görünce zamanın ilerlediğini anlıyor bir ara, uçağının geldiği gün gitmekten vazgeçiyor, biraz daha kalacak. Hava soğuyor, Kasım ayı dağlardan serin rüzgârları getiriyor, dalıcılar tepelerinden aşağı bir şişe su döküyorlar ki atladıkları zaman şok geçirmesinler, su soğuk. Para topluyorlar bir yandan, işi iyice geçim kapısına dönüştürmüşler. Kolay değil o yükseklikten atlamak, turistlerden hiçbiri atlamak için gelmemiş oraya. Anlatıcının atlamasını bekledim ama o sadece gözlüyor, başka işi yok. Geceleri de nöbette bazen, dışarıda olmadığı zamanlar evinin penceresinden izliyor köprüyü, gelip geçenlere bakıyor. Telefonda belli ki kavga eden bir adam, Türk. Semtin gençleri dolanıyorlar bazen, tehditkâr bir havaları yok. Otobüs, ışıltı. Işıklar yanıyor ama karanlık dağılmıyor pek, köprü kara bir tarih olarak beliriyor ilerleyen saatlerde.
Evliya Çelebi anlatmış o atlayanları, şehri pek sevmiş. Konsolos geliyor ara sıra, o da seviyor belli ki. Yerliler ekmek peşinde, kahveler müşteri beklese de turistlerin sayısı giderek azalıyor kışın başlarında, insanlar evlerine çekiliyorlar. Savaşta doğum oranı artmış, en çok Aziz, Cemal ve Muhammed adları verilmiş çocuklara, bir de Azra, Leyla, Emira. Doğurmuşlar, gülmüşler, esprileri ölüm üzerineymiş hep, anlamı öyle bulmuşlar. Ezan sesleri özellikle akşam vakti yayılıyor her yere, gürültüler kesildiği zaman. Kışkırtmalara kulak asmıyorlar, bir tek ince ince uyarıyorlar belli ki, anlatıcının konuştuğu kişilere karşı dikkatli olmasını istiyorlar. Tekrar değiniyor Mostari, bazı şeyleri tekrar tekrar yazıp yazmadığını merak etse de her günü başka, notları oldukça zengin. Şiirler, tarihî kayıtlar, Mehmet ve Münevver’le Paris’te katıldıkları eylem, Nâzım’ın sesi. Edebiyata dair anıştırmalar, arkadaşlarla sohbetlere sıkıştırılan detaylar: “Samuel Beckett, Nazi işgali Fransa’sında Roussillon’da yaşarken, köye her gün postayı tam saatinde getiren otobüs şoförünün adının Godot olduğunu anlattım.” (s. 248) Göç problemi orada da var, oranın eskileri Mostar’da artık hiç Mostarlı kalmadığını söylüyorlar. Şaşırıyor anlatıcı, gittikleri yerin yerlileri de onlar için aynı şeyi söylüyorlar, herkes her yer için aynı şeyi söylüyor, bir yerin yerlisi o yerde değil artık. Anlatıcı da oralı değil ama bıraksalar bir ömür kalır orada, öyle bir tutkuyla yazıyor, kaydediyor bütün yaşamını ve Mostar’ın sonbaharını.
Saraybosna-Mostar yolunda kurşun delikleriyle dolu binalar, evlerin bahçeleri, dağlar, ovalar mezar. Uçaktan bulutlar görülüyor, beyazlığın gölgesi yine beyazlık, uçak yükselmeye başlayınca aşağıda beyaz taşlar, mezarlıklar.
Cevap yaz