Nobel Ödüllü Eric R. Kandel’dan nörobilim ve Soyut Dışavurumculuk arasında bir bağ kurma girişimi. Moleküler fizikçi ve romancı C. P. Snow’un 1959’da ortaya attığı bir iddiayla başlıyor, Batı fikir âleminin iki kültüre bölünmesi evrenin fiziksel doğasıyla ilgilenen bilim kültürünü ve insan doğasıyla ilgilenen beşeri bilimler kültürü (sanat) arasındaki uçurumu doğuruyor, Snow’a göre insanlığa faydalı olmak için iki kültür arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmak gerek. Kandel’ın amacı bu, beyin bilimiyle modern resim sanatı arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmaya çalışıyor. Son elli yılda muazzam bir atılım yapan beyin biliminin açtığı yollar sanatın üretim sürecine de çıkıyor bir noktada, bilim insanlarıyla sanatçıların yöntemlerinin bu araştırmalar sonucunda ne kadar çok ortak özellik taşıdığını görmek heyecan verici. Daha keskin benzerlikler için bilimsel indirgemeciliğe ihtiyaç var, böylece fırça darbelerinin ortaya çıkardığı duygular daha iyi anlaşılabilir. “Elinizdeki kitabın ana önermesine göre, bilim insanlarının ve sanatçıların indirgemeci yaklaşımları özdeş olmasa bile görevdeştir (bilim insanları karmaşık sorunları çözmek amacıyla indirgemecilikten faydalanırken, sanatçılar izleyicide yeni bir algı ve duygu tepkisi yaratmak amacıyla indirgemeciliğe başvurur).” (s. 13) Bilinçliliğin doğasını aradığımız kadar patlamalarını göremediğimiz zihinsel havaifişeklerin de peşindeyiz, yaratım sürecindeki esrime olgusunun kurduğu bilimsel ve sanatsal köprüleri göreceğiz. Bilişsel açıdan eylemlerimize karar verebiliyoruz ama bu eylemlerin derinliklerindeki soyut düşüncenin doğuşu, sanata dönüşmesi muammaydı, bu yüzden “renkli iki kutu çizip sanatçı olmak” sıklıkla makaraya alınır, malum. Meselenin bilimsel yanında yepyeni, oldukça derin bir dünya doğuyor, dolayısıyla iki kutudan çok çok daha fazlası var.
Kandel beyin biliminin gelişim aşamalarına pek girmiyor, eldeki son verileri kullanarak görme eyleminin yapısını inceleyerek sanat eserini algılama noktasına yoğunlaşıyor. Bunun yanında Soyut Dışavurumculuğun ortaya çıkışını öncesiyle ve sonrasıyla anlatıyor, ağırlık bu yönde. New York’ta soyut resim okulunun kuruluşuyla başlıyoruz, dünyanın maruz kaldığı onca savaş, bomba ve soykırımdan sonra Amerikalı ressamlar yeni bir sanat anlayışı ararken Soyut Dışavurumculuğu yaratıyorlar, en ünlüleri Willem de Kooning, Jackson Pollock, Mark Rothko. Figüratif resimden soyut resme geçerken indirgemeci bir yaklaşımla, yapısöküme uğrattıkları imgelerin sadece birkaç bileşenine odaklanarak sanatsal zenginliklerini yarattılar. Avrupa etkilerini terk etmeye çalıştılarsa da savaşlardan kaçan pek çok bilim insanının ve sanatçının etkisi altında kaldılar, Mondrian, Duchamp ve Ernst bu isimlerden bazıları. New York’a gelen Avrupalılar sanatın merkezini de belirlemiş oldular böylece, modernizm yanlısı sanat Paris’ten New York’a taşındı. “Amerikan aydınlanması” diyor Roger Lipsey buna, ressamların artık tuvalin kısıtlıklarıyla ve teknikle ilgilenmedikleri bir dönem. Roosevelt’in Federal Sanat Projesi de o dönemin çoğu ressamına diledikleri gibi çalışma özgürlüğü verdi, böylece ressamlar geçim kaygısı duymadan sanatlarına odaklanabildi ve sıklıkla bir araya gelerek birbirlerini etkilediler. “Onların kurduğu ağlar, bilim insanlarının sıklıkla kurduğu etkileşimli, üretken ağlara epey benzer.” (s. 21) Diğer yandan 1950’lerden itibaren sanatın özelliklerinin nesnel gözle araştırılıp araştırılamayacağı çözülmesi gereken bir problem olarak ortaya çıkınca Viyana Sanat Tarihi Okulu, özellikle Ernst Kris ve Ernst Gombrich bu konuda sanat tarihiyle psikolojiyi birleştirerek etkisi günümüzde de süren bir sanat tarihi anlayışı geliştirdi. Gombrich beynin gözlerden gelen dış dünya hakkındaki eksik bilgiyi kendince tamamladığını anladı, bu ilke Berkeley tarafından 1800’lü yılların başında düşünsel olarak ortaya konmuştu ama sistematik bir bilimsel şemaya oturtulması geçtiğimiz yüzyılda gerçekleşti. Figüratif ve soyut sanatın anlamını “aşağıdan yukarı doğru bilgi” ve “yukarıdan aşağı doğru bilgi” kapsamında değerlendirebiliyoruz, ilkinde dünyanın birtakım genel kurallarının idraki yer alıyor, muğlaklığın azaltılması ve imgelerin yorumlanması sonucu elde edilen çıkarımlar dünyayı biçimliyor. İkincisi soyut sanatın alanına giriyor, yukarıdan aşağı doğru bilgi akışında algılanan dünya bilişsel etkilere ve yüksek düzey zihinsel işlevlere daha meyilli, beklentilerin ve görsel çağrışımların yardımıyla tamamlanabilir. Kandel teknik bilgilere girerek iki türlü akışın da haritasını çıkarıyor, kısaca bahsetmek gerekirse bilginin neliği ve neredeliği beynin farklı bölgelerinde konuşlanan alanlarda ortaya çıkıyor, “ne yolağı” bilginin beyinde tekrar işlemden geçirilmesini sağladığı için soyut sanatla doğrudan bağlantılı. “Aslında, Willem de Kooning ile Jackson Pollock’un tablolarında merkezi öneme sahip doku algısı, görsel ayrıma ve beynin o yüksek bölgelerindeki bağlantılara sımsıkı bağlıdır. Bu bölgelerde, dokulu imgeleri işlemden geçiren sağlam, etkili mekanizmalar bulunur. Birtakım duyulardan gelen bilgiyi birleştirmek, beynin sanat deneyimi açısından elzemdir.” (s. 43) Bellek üzerine araştırmalar, DNA’nın keşfedilmesiyle birlikte biyolojimizin yapı taşlarının ortaya çıkarılması nihayetinde gördüğümüz bir resmi nasıl değerlendirdiğimizi de anlamamızı sağlıyor, Matisse’in ömrünün son yıllarındaki renk saflığının incelendiği bölüm özellikle ilgi çekici. Kant’ın ve Locke’un indirgemecilikle bir araya getirilmesi de hoş, önsel bilgiyle deneyim beyinde işlenerek dünyayı birlikte oluşturuyor. Sıkça dile getirilen bir şey aslında, özel bir görüye sahip insan eğer biricikliğinin üzerinde çalışırsa bilişin, duyuşun üst seviyelerine ulaşabiliyor. 10.000 saat kuralı işin fiziksel boyutunu anlattığı kadar bilişsel boyutunu da simgeliyor olabilir, 10.000 saat boyunca gitar çalışan birini düşünelim, yeterince geniş bir yetenek, duyuş yatağı varsa virtüözlüğe el sallayacaktır, aynı şekilde resimle ilgilenen biri de beynin ilgili bölümünü çalıştırarak uzmanlığını ilerletir. Tansu Çiller’in dediği gibi: “Çalışacağız, çalışacağız, çalışacağız.”
“Sanatta İndirgemeci Yaklaşım” bölümü 1775 doğumlu J. M. W. Turner’ın resim anlayışıyla başlıyor, ardından Monet’nin eserleriyle sürüyor ve Einstein’ın göreliliğiyle değişen dünyayı anlatıyor, Soyut Dışavurumculuğu hazırlayan zeminin oluşması da var haliyle. En kısa izahı şudur herhalde: “Gerçeklik göründüğü kadar net tanımlı olmayabileceği için resim neden dünyayı birebir tasvir etsin ki?” (s. 68) Monet ve diğer İzlenimciler soyut sanatın ortaya çıkışını büyük oranda etkiledikten sonra Schoenberg ve Kandinski etkisi beliriyor, ressamla müzisyenin etkileşimli dünyası sanatta yeni ufukları gösteriyor. Yerin dibine sokulan, eleştirile eleştirile bir hal olan Schoenberg, konserini dinlemeye gelen Kandinski’yi derinlemesine etkiliyor, atonalitenin devrimciliği sanattaki geleneklerin terk edilebileceğini düşündürüyor Kandinski’ye, böylece soyutlamanın kavramsal öncüsü ardıllarını etkileyecek görüşlerini ve resimlerini ortaya koymaya başlıyor ama çok ilginçtir, Kandinski’nin aydınlanmasından bir yıl önce Schoenberg soyut resme yenilik getiren isim olarak ortaya çıkıyor, besteciliğinin yanında ressamlığı da oldukça etkileyici, özellikle renk kullanımları.
New York Okulu ressamları önce figüratif resimler yaparak tekniği uyguluyorlar, öğreniyorlar, ardından soyut resme geçerek arayışın figürleri haline geliyorlar. İndirgemeci yaklaşımları ayrı ayrı bölümlerde, resimlerden örneklerle anlatılıyor, Kooning’in bölümüne değinip bitireyim. Kooning 1904’te Hollanda’da doğuyor, 1926’da ABD’ye yerleşiyor. Kadın imgeleri resimlerinde sıklıkla görülebilir, en bilinen tablosu olan Kazı‘daki beden çağrışımları kadınlara atfediliyor. Bu tablo 1950’de ortaya çıkmadan önce Kooning’in Dışavurumcu ve soyut eğilimlerini gösteren eserleri de var, kadın figürlerinin soyut imgelere indirgenmesi iyi bir örnek. Annesinin baskıcı kişiliğine bir tepki olarak kadın imgesini kullandığı kabul ediliyor Kooning’in, bu konuda Klimt’in ve Kooning’in çalışmaları Caltech’te araştırma konusu olmuş, bu meselenin de bilimsel izahı var, uzunca.
Soyut sanatla beyin bilimi arasında kurulan diyalogların değerlendirildiği son bölümle noktayı koyuyor Kandel. Hayal gücü sağlam, tamamlamaya yatkın zihinli, Gestalt nedir bilen insanların resimlere öylece bakıp geçmeyeceklerini, birkaç çizgiden ve rastgelelikmiş gibi görünen örüntülerden bambaşka dünyalar kurabileceklerini söylüyor, iki disiplinin ortak yanlarını çıkararak sanat tarihinin şahane eserlerini yorumlarken beyinde neler döndüğünü de resimlerle bakışımlı olarak ele alıyor. On numara kitap, bugün de ufkumuz açıldı Allah’a şükür.
Cevap yaz