Tomasz Jedrowski – Karanlıkta Yüzmek

Ludwik Glowacki bir gece uykusundan uyanıp memleketini hatırlar, okyanusu aşan anılarından “sen” diye hitap ettiği, yüzünün kaba hatlarını ve ince detaylarını iyi bildiği Janusz’u bulup çıkarır hemen. Radyo yine Polonya’dan haberler verir, sıkıyönetim ilan edilmiştir, eylemcilere karşı sert önlemler alınmıştır, memleket yangın yeridir yani. Şu cümleyi özellikle alıntılamak isterim, çeviri arızalarına bir örnek: “Demokrasi yanlısı eylemcilerin yarattığı kargaşa ve grevlerin haftalarca sürmesinin ve Komünist blok Solidarność’ın,’ (yanlış telaffuz) ‘ilk bağımsız işçi sendikasının muazzam yükselişi buna sebep olmuştur.” (s. 10) Daha da değinmeyeceğim, kafa göz yarıyor, “en saf hâliyle hareket edemez hâle gelmek” falan. Ludwik yazması gerektiğini biliyor, bir yıl önce geldiği ABD’den takip ettiği olaylar anılarını tetikledikçe “Amerika’nın korkunç güvenliğinde” her şeyi unutmuş gibi yapmanın faydası yok. Bu bir anlatı çizgisi, diğeri çocukluktan, Beniek’li günlerden itibaren. Savaştan sonra sınırlar değişmiş, ülkelerin isimleri değişmiş, büyükanne gibi pek çok insanı yaşadığı yerden koparan Sovyetler onları hayvan trenleriyle taşımışlar, terk edilmiş evlere yerleştirmişler. Ludwik burada doğup büyümüş, çocukluk anıları her çocuğun anıları gibi, Beniek’le yakınlaşana kadar. Kanayan bir diz yarası, kalbi ısıtan ilgi, bağlanıyor Ludwik, çıplak görmek istiyor çocuğu. Klasik anlatı, kederin biçimlediği lineer akışta metaforlardan başka seçenek çok ama Ludwik yeni evinde sancılı huzurunun yansımasını sunuyor. Diye düşünmek bir çözüm, hikâyenin zayıflığını örtmüyor. Zayıflığı yine kıyastan çıkarıyorum, aşağı yukarı aynı dönemde geçen bir romanın, Peşinden Gidiyorum‘un üslupsal zenginliğini düşününce Krisztián Grecsó ne iş başarmış diyorum, Manea’nın metinlerindeki göçmenlik derdini, Doğu Bloku’nun yıkılırken insanları da peşinden devirmesinin hikâyelerini hatırlıyorum, Herta Müller’in isyan edenlerle etmeyenler arasındaki çatışmaları karakter derinlikleriyle arşa erdirdiğini biliyorum. Macaristan, Romanya, Gospodinov’u da katarsak Bulgaristan, rejim değişiminin anlatıları, inançları, insanları paramparça etmesinden hikâyeyle uyumlu bir biçim doğuyor, bir zamanların görkemine böyle veda edilir. Diye düşünmek yanıltıcı olabilir, sonuçta Animal Triste‘deki kayıp, yas, Soğuk Savaş öyle darmadağın olmaz, zaman çizgisinde atlamalarla farklı aşamaları verilir sadece, yani her şey çok basit olabilir ki sorun yoktur bunda. Sanıyorum Jedrowski’nin kurgusal gizi faş etmesi, olayların arasına Ludwik’in kişisel görüşlerini sokması ikide bir, anı türünün çizgilerini belirgin hale getirmesi, Ludwik’le Janusz’un argümanlarını münazara meydanında tokuşturması kurmacanın niteliğini düşürüyor. James Baldwin’in Giovanni’nin Odası nam metni iki karakter arasında bir tartışma konusu, tamam, hikâyeyi bilmeyen okurlar için romandaki karakterlerin veya olayların azıcık olsun yer alması diyaloglarda, hayır. Birinin diğerini “adıyla çağırması” sürekli, hayır, Aciman’ın gözüme sokulmasını istemem ki böyle. Uçurtma Avcısı ayarında bir roman çıkıyor ortaya yoksa, eh, bu seride -modernliğin yanında niteliğin de gözetildiğini düşünerek söylüyorum- ne işi var o zaman, Sütçü‘nün yanına yakışmıyor açıkçası. Arka kapakta abartılı yorumlar var, “şiirsel, yoğun ve özgün yaklaşım” zerre yok bir kere, Ludwik’in kendini adadığı toplumsal bir kavga yok, hiçbir zaman aktif olarak katılmıyor eylemlere, baskıcı rejimden rahatsızlık duyduğu bariz ama öyle engin bir politik bilince sahip değil. Bir kez polislerin tepelerine bildiri atıyor sade, biraz da şans, başkalarının attığı bildiriyi çantasına tıkıp zamanı gelince o atıyor. Yeter mi muhafazakâr veya sosyalist olmaya? Gerçekten anlamadığım bir şey, şimdi Janusz kırsaldan gelmiş, fırsat eşitliği sayesinde yaşam standardı yükselirken iyi de bir eğitim almış kendisi, rejimci bir arkadaş. İşi gücü var, yükselmek için elinden geleni yapacak, Parti’de üst düzey bir görevlinin kızı Hania’yla evlenecek muhtemelen, tam düzen adamı. Sosyalist desek, muhafazakâr desek, ne desek? Ludwik bir şeylerin değişmesi gerektiğini düşünüyor zira akademiye girmesi için elinde Baldwin’e dair müthiş bir tez var ama torpil yok, olsa da insanları kullanmayı kabul etmiyor. Yakını hastalandığında ilaç bulamadığı için çok sıkıntı çekiyor, annesini kanser yüzünden kaybediyor ama devletin her türlü bakımı üstlendiğini söyleyebiliriz, Janusz’un savunusunun bir parçası bu aynı zamanda, babasını kurtaran devlet hiçbir ücret talep etmemiş. Ludwik özgürlük istiyor, her şeyi özgürce edinebilmek istiyor, hayvan gibi çalışmaya razı olduğunu söylüyor bunun için, Batı’ya giderse muhteşem bir hayat yaşayacağını düşünüyor. Hangi karakter daha karikatür bilemedim, fikirleri o kadar köşeli ki kahveden iki dayının tartışmasını dinler gibiyiz. Orijinal bir üslupla eriyebiliyor işte bu, aslında bilgi topağı olarak göze kaçmaması için yapılabilecek yüz tane şey var ama lüzum görmemiş Jedrowski, bodoslamadan fırlatmak istemiş. Ha, Ludwik sosyalist mi, muhafazakâr mı, ne? Akla karanın çatışmasındaki çiğlik bir yana, kimin ak kimin kara olduğu da belli değil. Bir de, “aralarındaki tutkulu dostluk” mu? Çatır çatır sevişiyor abi bu insanlar. Ludwik kendini keşfetmek için parka gidip “sikini” korka korka çıkardığı zaman bir güzel emdiriyor, sikli soklu anlatıyor bunları. Zamanında saçma sapan bir linç yemişti metinlerdeki küfürlerden ötürü İthaki, diyelim muhafazakâr bir okur arka kapağı okuyup da aldı kitabı, okudukça yüzünün alacağı şekli merak ettim. Matrak.

Yaz kampı. Çin’den devşirilmiş, oradaki kadar uzun sürmüyor ama, öğrenciler kırsala gidip işçilik yaparak kolektivizmi damarlarında hissediyorlar. Ludwik yüzmeye gittiğinde tanışıyor Janusz’la, göz göze geldikleri andan itibaren birbirlerinden uzak kalamayacaklarını biliyorlar. Fiziksel yakınlaşma, birinin başı diğerinin omzunda uykular derken gizli ilişkileri başlıyor ve dünya tepetaklak oluyor Ludwik için. Bir müddet güzel her şey, Janusz arkadaş grubundaki kodaman çocuklarıyla takıldıkça Ludwik’ten uzaklaşıyor, rejimle ilgili tartışmaları bitmek bilmiyor zaten. İlaç buluyor Janusz, doktor buluyor Ludwik’in yakını için, her türlü kolaylığı sağlıyor. Rahatsız değil mi, evet, ülkenin gidişatından, Batı’yla Sovyetler Birliği’ne ödenen bedelden, ülkenin katlanan borcundan rahatsız ama çözüm önerisi yok, her şeyi tanışlıktan sağladığı güçle çözebileceğini düşünüyor. Ludwik’in sömürgen Batı’yla derdinin olmadığını da görüyoruz, aslında o borçlandırma politikası özgürlük elde etmenin bedeli olarak görülebilir, yani eşcinselliği özgürce yaşamak ve tüketim maddelerine rahatça sahip olmak sömürülmeyi kabullenmenin karşılığı. Rıza apaçık ortada, iki taraf çarpık düşünceleriyle uyuşmaya çalışıyor ama bir noktada kırılacaklar. Hania’nın ailesinin evinde. Doğum günü partisi sırasında kafası güzel oluyor herkesin, ormanda çırılçıplak koştururlarken Ludwik’le Janusz sevişiyorlar, Hania’nın kardeşi görüyor ama ne gördüğünden emin değil sanıyorum, bu mesele bir korku ögesi olmaktan öteye gitmiyor Ludwik için. Hania’yla Janusz’un seviştiklerini de görünce bitiyor artık, dan diye Batı’ya gitmeye karar veriyor. Pasaport almak için başvurduğunda sapık olduğunu söylüyorlar, meğer parkta emdirdiği adam yakalanmış da adını vermiş yetkililere. Acemilik, gerçek adını söylediği için şantaja uğruyor, pasaportu alabilmesi için birilerinin adını vermeli. Hania’ya gidiyor, eşcinsel olduğunu açıklıyor, yardım istiyor kızdan. Hayır, Janusz’un hiçbir şeyden haberi yok, aşkını gizlemiş Ludwik. Sonuçta pasaport geliyor, kirişi kırıyor Ludwik, ABD’de rüya gibi bir hayata başlayıp başlamadığını bilmiyoruz zira Manhattan’a gidip dolandığını, geceleri caddeleri dinlediğini, radyodan duyduğu kadarıyla memleketinde işlerin yolunda gitmediğini görüyoruz. Büyükannesine nice uğraştan sonra ulaşabiliyor, içini rahatlatıyor, o kadar.

Çok övüldü, hunharca beğenildi ama verileceklerin arasına koydum ben. Bir kitaplığı bu seriyle doldururum diyordum, vazgeçtim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!