İlk kitap, dibine kadar yaşanmış da tükenme tehlikesinin rağmına yılmamış bir ömrün ilk sayımdökümü. Ne tantana, ne gürültü ama altı da ne dolu, yer yer savrulmasına ve sonlarıyla gongu kafaya kakmasına rağmen ne coşku. Hoş! Doruk’un öyküleri, anı öyküleri veya düzyazı şiirleri bazen, çiğ gerçektir, sonra imgelerin üşüştüğü bir anlatı alanına dönüşür, imajlarla dolar ortalık da toparlar. Bazen de toparlayamaz, tempoyu çatçut eder, mesela kahvede bir mevzu var, kavga çıkıyor kaçarsız, birileri sopa yerken birileri kaçıyor ve gökyüzüne bakıyor. İki paragraf gökyüzü çeşitlemesi. Ey, hacamata ne oldu, kaldı geride. Tempoya ne oldu, yavaşladı, sonra yine gaza basıp hızlanıyor ama okur o benzetmelerin etkisinden çıkabildiyse, yoksa arkada kalıyor. Bakacağız, önce yaşam hikâyesinden başlamalı: 1956, dört dağın ortası, yaz kış karpuz çatlatan soğuklukta akan büyük çayın kıyısı Bitlis. Anlatıcı altı yaşındayken Adana’ya göç. Baba çırçır fabrikasında, balyaların tozunu dumanını yeterince yutunca tadı çıkarılamayan bir emeklilik, peşinden ölüm. Gizli gizli şiir yazarmış, Doruk da gizli gizli şiir yazmıştır, sonra öyküye yaymıştır şiirlerini, öyle sanıyorum. Ortaokulda yazmaya başlamış, bir yandan bit pazarında eskicilik, lunaparklarda tombalacılık. Geçim belası ama arada atlayıp İstanbul’a kaçmalar da var, köyden kız kaçırmalar da. Üç çocuk, işportacılık. O işi sürdürdüğünü söylüyor Doruk, edebiyat dünyasından uzak kalmışsa da Orhan Kemal Öykü Yarışması’nda mansiyon alınca bir yurdu da öykü bellemiş, yıl 1993. Jüride Demirtaş Ceyhun, Muzaffer İzgü, Fikret Otyam, Adnan Yücel, Çetin Yiğenoğlu, Adana’nın parlak yazarları. Yüreklendirmişler de kaçak göçek yazmış Doruk, öyle bir intiba uyanıyor. İlk ve son öykünün üzerinde özellikle durmak isterim, enerjisini bir an olsun yitirmeyen otobiyografik metinler. “Bir Uçumluk Kanat Lütfen”de bellek toz duman, yaşananlar yığın yığın geliyor, anlatıcı da düzenlemeye kalkmıyor, dağınık bırakıyor, ne çağrışıyorsa ekliyor. Kaos basbayağı, düzenin varlığı pek az hissediliyor, öykünün dinamiği bir başka işliyor, Vecihi bu kez bir başka geliyor, matematik hendese tutmuyor ki baş üstüne. Mendile üç tane nar sarmış baba, yaşlı omuzlarında eve odun getiren ana, liseden duvar gazetesine öğrenciler için sakıncalı şeyler yazdığı için atılan anlatıcı. Beş kardeşler, söyledikleri türkülerde ayrılık var, ders çalışırken araya sıkışan öykü denemeleri cabası. Ninenin sandığında bin bir çeşit sabun, çene bağı da o sandıktadır belki, ölümün sesi kesilsin diye. Baba saatin içine girmiş, tikler taklar kulağı çağırıyor, babanın eve gelişi gözleniyor o saatte. Sonrası biraz sancılı, büyümenin acısı. Anlatıcının sevdalandığı kızı köye göçürüyorlar, anlatıcı kızı göçürüyor, istikamet İstanbul. Koltuğun altında Salpa, deniz kenarında okumalar, fazla düşündüğü için çocuğu alıp karakola götürüyorlar. Harem’de bir tavernada rakıya alışma, gurbetin ipi kopuyor. Kadıköy’de üç arkadaşın tuttuğu oda, tiyatro yapacaklar. Suavi Süalp’le karşılaşıyor bir yerde, Yeşilçam’ın en komik, en absürt senaryolarını yazan adamla. Hikâyelerini paylaşıyorlar, sonra Eminönü iskelesinde vedalaşıyorlar, karşıdan öfkeyle gelen Yaşar Kemal’i görünce kaçıyor anlatıcı, caddenin karşısında yolunu Orhan Kemal kesiyor, başka yerde Yılmaz Güney, herkes yazması için çıkıyor sanki yoluna. Buradan “Çek Bir İstanbul Güvercin Bakışlı Olsun”a zıplayabiliriz, daha genişçe olduğu için ıvır zıvıra yer doğmuş burada. “Bir deniz motoru geçiyor. Beli kırılıyor denizin. Uzun bir süre dümdüz bir çizgi. Bir ölü gibi. Sonra yine kırıtıyor. Bu deniz de az aşifte değil yani.” (s. 126) Vasat kısımlardan biri, Doruk tıkıştırdığı zaman niteliğe dikkat etmeyebiliyor. Anlatının hızına kapılınca bulanık gerçi, göze batabilir, batmayabilir, okura göre. Galata’dan Çukurova’ya bir paragraflık mesafenin olduğu kısımda köprüde balık tutan çocuğun daktiloya bağlanmasında kurmacanın sihri: İşsiz kalınca kapağı İstanbul’a atan anlatıcı çorap, şerbet, simit sattığını söylüyor, çocuğun balık tutmasıyla benzer meşgale. Çukurova’da bakkalı varmış, bu da ayrı hikâyecik, yazarkasa yerine daktilo koyuvermiş, müşteriler fiş isteyince durumu anlatamamış, dayak yeseydi onu da yazardı. Rum meyhaneci Kosta’ya anlatıyor, Beyoğlu’nun namlı mekanlarından birinin sahibi Kosta hikâyeler biriktiriyor, anlatıcıdan yükünü almış. Hasan Hüseyin gelmiş, Ahmed Arif gelmiş, masalar şenlenmiş de anlatıcının rüyası olmuş, unutulur mu böyle şey? Mehmet Ali’nin mekanına da gidiliyor bir ara, Hatay muhtemelen, son ziyarette anlatıcı tek başına oturunca etrafına ustalarını dolduruyor hayalinde, saydığı isimleri önceden de saydı ama bir Burhan Günel ekliyor, sevindiriyor son paragrafta. İncirlik’ten gelmiş Günel, henüz muvazzaf subay, o da askeriye masasında yazıyordu metinlerini.
Daha “öykü öykü”lere geliyorum, “Keko Kundura” yazarın sonraki kitaplarındaki öykülerin temeli belki. Kronolojik anlatım, sakin, bir aile babasının yavaş yavaş yıkılışı. Keko dükkânı açar da müşteri hak getire, krizlerle darbeler halkın belini bükmüş, bir de ithalatın ipleri salınınca her yer Amerikanlaşmış, kundura alan kalmamış. Dükkân sahibi Keko’yu çıkması için dürtüyor, satılan onca mülkün parası çoktan bitmiş. Elde bir dünya kundura, Keko’ya akıl veren Veysel hemen dümeni kurup adamın aklına giriyor. Kısa diyaloglar, gerçekçi, başarılı. İstanbul’da Veysel’in tanıdığı var, ayakkabıları okutup kârı paylaşacaklar, tamam. Eş, çocuklar da beklesinler biraz, elbet yanına aldıracak Keko. İşler yolunda gitmiyor tabii, kamyona yüklenen kunduraların kurdurduğu düş kısa sürüyor, Keko’yu bir temiz tokatlıyorlar. Mal sahiplerinden kaçırmıştı kunduraları, polise de gidemez. Oğluna ayakkabı götürecekti, o umutsuzlukla kundura dükkânlarından birinin vitrinini indir, ayakkabıyı çal, sonra yakalan. Yedi yıl sonra Adana’ya döndüğü zaman bakıyor ki eşi başka bir adama kaçmış, Veysel ayarlamış üstelik. Başarısız sondan kasıt bu öyküde örnekleniyor: büyük oğlan kunduracı açmış. Gerisini tahmin etmek çok kolay, gerisinin taklalarla bezenmesi kolay ama Doruk buna da yüz vermiyor, dümdüz anlatmaya devam edip klişe bir sona yaslıyor güzelim öyküyü. Oğlan sallamıyor babasını, baba da vitrindeki kunduraya bakıyor, haktü yapıyor. Bu. Olmadı tabii, adamın kafasına küçük oğlan düşmeliydi veya Keko gidip Veysel’i vurmalıydı, aynı vasatlıklar.
“Lahmacun” bölümleriyle, yapısıyla da ilginç bir öykü, kitaptaki en iyi öykülerden biri. Şerif lokantada karnını doyurur, camide öğle namazını kılar, ardından Ali’ye rastlar. Hısım, çocukluktan arkadaş, işe yaramaz biri Ali, yine salça olacak besbelli, belki para koparmaya çalışacak. Şerif’in kurtulma çabalarını şahane anlatmış Doruk, adamın çaresizliğinin evrelerini, misal öfkeyi, kabullenmeyi, reddi görüyoruz, ders gibi okunabilir. Ali’nin elinden kimse kaçamaz, lokantaya oturuyorlar, Ali hapisten yeni çıktığı için öteyi beriyi öğrenmeye çalışıyor, lahmacun ısmarlıyor arkadaşına. Şantaj yapacağı besbelli, elinde Şerif’in eşiyle yaşadığı sıkıntıların detayları var, ne koparabilirse. En başta Şerif’e rakı içiriyor bir güzel, sarhoş oluyorlar. O sarhoşluğun gevşettiği anlatı da bir rahat artık, su gibi akıyor. Öykünün ikinci kısmı kazadan sonrası, bu iki ipipullah o kafayla kazaya karışıp ölüyorlar, yol üstüne yatırılıyor bedenleri. Malatyalı Seydo’ya merhaba diyoruz burada, kendisi gomanik, halkın pek sevmediği bir şahıs, sol mol eşitlik meşitlik dediği için son derece gavur. Ey, naaşları kaldırıp gömmüyorlar, alkollü olanların cenaze töreni zaten yapılmazmış, Seydo burada patlayıp el âleme bir temiz giydiriyor, iki omzuna yerleştirdiği iki adamı gömmeye götürüyor. Şerif zaten halkın kanını emen bir adam, Ali haydut takımından, halk da insanlığını unuttuğu için Seydo’yu tutuyoruz biz, aralarında en insan o.
Doruk’un ilk öyküleri genel olarak başarılı, denk gelen okusun.
Cevap yaz