Leyla Ruhan Okyay – Gölgesi Güz

Vasattan kötüye gidelim, “Denge Sırığı Kaydı” kahkaha atan küçük oğlanla gazetelerdeki acılı haberlerin kontrastından doğar. Anlatıcı tren yolculuğunun verdiği mutlulukla birlikte bahar komasına girmek istemektedir, önündeki çocuk kahkahadan yıkılınca anasının kucağında uyuyakalır, anlatıcı dertlerden buket derer: “Onlar diyorum, çocuklar, kadınlar, erkekler… Onlar… Öyle yükleniyorum ki acılarını. Küçük kızını yitirmiş, ya da tecavüze uğramış biri… Oğlu öldürülmüş bir anne…” (s. 9) Bu çıplaklıktan sonra iyi bir şey gelmeyecek artık, belki bir numaraya rastlarız diye devam, Priştineli Rejiye Mişi ve Fatma kadın, Süleyman’ın anası gazeteden fırlayacaklar. Manşet çizgisi, vardır bir terimi bunun, acıları ayırmaya dayanamıyor, yıkılıveriyor, iki ananın geçmişindeki mutluluklardan kıyımın dehşetine düşmelerini izliyoruz, denge sırıkları eğiliveriyor. O sıra çocuk hoplayıp zıplamaya devam ediyor, anlatıcı çeşitli duygular arasında gidip geliyor, bir zamanlar çiçek açar gibi seviştiğini bilirken üzüntüye boğuluyor artık. Göze giren öykü, geç. “O Öpüş…………… Kaldı!” tam on beş nokta içeriyor, saydım, hakkını vermeliyim iddiamın. Nostalji, eski zamanlar, tozlu dil. Rumelili Müberra’nın biber dolmaları, soğanın soldurulması, birtakım hatıralar. İtalik ses Nevizade’nin başındaki pembe evin elli yıldır her şeyi gözlediğini söylüyor, hikâyeyi bu evin ağzından dinliyoruz. Maria gelmiş Müberra’dan sonra, mahalleli onun ısmarladığı kıyafetlerle ilgili dedikodu yaparmış, terzi Hamdi’yle aralarında dile getirilemeyecek kadar narin bir aşk pörtlemiş. Kayıplara ağıtlar duyuluyor arada: “O güzelim sokak masalarla dolu artık. Çocuklar çelik çomak, saklambaç oynamıyorlar. Ev geçindirme, karın doyurma kaygısına düşmüşler. Oyunları, gülüşleri, yaramazlıkları çok gerilerde kalmış. Belki de hiç yaşanmamış.” (s. 16) Mahalle çalkalanıyor arada, evli barklı Müslüman bir adama âşık olan Rum kızı, ne edepsizlik! Görüşüyorlar ara sıra, Beyoğlu’nun en ünlü şapkacısı Katya’nın elinden çıkma vişne çürüğü fötr şapka, güneşten solmuş üç düğmeli lacivert tayyör, gri fular, dönemin modasını baştan ayağa sayıp döktükten sonra merhabalar, nasılsınızlar, pembe evi ölçüp biçen adamların da karıştığı mesafeli muhabbetler. Sonuçta ev yıkılıyor, o pırıl pırıl insanlar kayboluyorlar ortadan, kadife güllerle süslenmiş bir hazan bahçesi hüzün maşrapalarından dökülen yasemin sularıyla foşlanıyor. Tedavülden kalkması gereken bir öykü anlayışı bu ya, melankoliye ve lirizme boğulmuş geçmişe dair dümdüz hikâyeler, meh. “Semerkant” ve “Çeyrek” aynı tarifeden, ikincisinde yoksulluğu piyango biletleriyle yıkma çabası var bir, o kadar. “Düş”le birlikte aşağılara yolculuk başlıyor, ilk öykülerdeki bayat hava da yok ki nefes alabilelim. Anlatıcı Kekova’da, maviyle yeşilin oynaştığı suların altındaki antik kentin üzerinde yüzüyor, binlerce yıl öncesinin dünyasını canlandırıyor. Büyük beyaz blokların üzerinde dinlenmece, gökkuşağı rengi balıklar, tabii anlatıcının anılarından kopup gelen ve metni kuru kuru dolduran parçalar: “Bir zamanlar âşık olup hiçbir zaman yakınlaşamadığım gençlik sevgilim, bunca güzelliğe çok yakıştı doğrusu!.. Düşüme girmek nereden aklına geldi acaba?.. Kim bilir, belki de bilinçaltım çıkarıp yerleştirmiştir onu?..” (s. 35) Vallahi büyük gizem, bence o antik şehrin büyücüsü Lachos Ptolemys çağlar öncesinde düşündü, “Bir kadın gelecek buraya, tepemizde yüzecek, düşlerden bir çiçeğin polenini hımflayacak da bizi anacak, onun sevgilisini hemen canlandırayım da mesut olsun,” dedi ve yaptı büyüsünü, başka bir açıklama göremiyorum. O merdivenlerde mahalleli kadınlar ne sohbet etmişlerdir, dükkânlardaki adamlar savaş zamanında akontia sallayarak ne Pers haklamışlardır ama! “Onlar Denize Karıştılar” günümüzden bir masal, Mehmet’in arkasından efsanesini yayan balıkçılar birazını biliyorlar hikâyenin, gerisini anlatıcıdan dinliyoruz. Mehmet bir zamanlar Karadeniz kıyılarından göçmüş, iş tutmuş, bayağı işçi. Hapse girince entel mahkumlardan Nâzım’ı öğrenmiş, insanca yaşamayı, bu yüzden Fatma’yla şiirlere layık bir ilişkiye başlıyor, otuz küsur yıl birlikte ağ atıyorlar, birlikte pişirip yiyorlar, Mehmet büyük büyük dizeler söyleyerek Fatma’nın yanlış anlayacağı, belki kavga çıkaracağı yerlere getiriyor muhabbeti de kahkahalarla geçiyorlar oralardan. Sonu süper bunun, Fatma ölüyor, Mehmet sevgilisinin hayalini hayata geçiriyor nihayet: gelinlik alıyor, kadının cesedine giydiriyor, birlikte yemek yiyorlar ve tekneyle açılıyorlar. “Sonra sarıldı ona koca yürekli Mehmet, bıraktılar kendilerini. Aktılar yoğun, ağır bir su gibi, denize karıştılar.” (s. 42) Vay beni ya, his ulan!

“Onun, Yalnızca Eleni İçin Çarpan Bir Yüreği Vardı”da dipteyiz artık, daha inmiyoruz. Yine bir tren yolculuğu, yola çıkmak için eşinen, kıvranan anlatıcının nihayet çufçuflaması ve tek katlı, kırmızı kiremitli istasyon binasına varmasıyla başlayan dillere destan serüveni. Araya bir gayrimüslim karakter atıyoruz, Eleni, aslında anlatıcının başka bir zamanına ait ama burada da olsun ki yasak aşk mıdır, imkânsız aşk mıdır, ne haltsa kalpleri parçalasın, ciğerleri parelesin. Yanni’nin kafayı yediği sahnede gözyaşlarına boğulmayan bizden değildir, aşkı yüzünden hastaneye kaldırılan emekli zangocun ilk ziyaretçisi elbette Eleni. Anlatıcı ortamdan ayrıldığı zaman ikisini hâlâ düşünüyor, Yanni’nin hayatı boyunca tek kişilik bir kompartımanda yolculuk ettiğini söyleyerek noktayı koyuyor. Acı! “Beş Dakika” kısacık bir öykü. Neyse ki. Bu öyküyü edebiyat atağıyla hatırlayacağım ben, hani kendi ritminde usul usul ilerleyen öyküyü cart diye ikiye bölen sanat yapma itkisi: “Dansöz kıvraklığıyla yükselen dumanlar avizenin sözcükten parçaları arasına girdi, onlar gözleriyle izlediler. Bazen dumanın kıvrımında karşılaştı bakışları, bazen donup kalmış bir sözcükte.” (s. 53) Dansöz? Avizenin sözcükten parçaları? Ne bu, bilmiyorum, çok mühim bir toplantıda heyecanlanıp ansızın ayağa kalkan, yavaşça oturan takım elbiseli bir adam canlanıyor gözümde. “İncir Ağacı ve Kadın” dayakçı eşinden kaçıp anlaşabildiği adamla yollara düşen bir kadının hikâyesi, olayı yok. “Bronz Düş” öykü değil artık, buna öykü demek için hiçbir gerekçe yok. Günlükten bir parça, azıcık gezi yazısı, hadi zorlasak anlatı deriz, bunlara da kıymak istemediğim için “şöğ” diyeceğim. Bu iyi bir şöğ örneği sayın okurlar. Paris’e giden anlatıcının kızıyla birlikte gezdiği müzelerde eserler var, Paris zaten jödömönfuğa insanları, kafeleri, sokakları ve kâgir evleriyle spektaküler bir atmosfer, ah o Paris! Paris Paris Paris! Ah! Öykünün sonunda anayla kızın baktıkları heykellerin çalındığına dair bir gazete haberi, ne işe yaradığını çözmek için yaklaşık iki saniye düşünüp bir sonraki öyküye geçtim. Neden geçtim, çünkü kitaba para vermiştim, bitirene kadar kesin yargıya varmamalıydım, yani bu kadar hırpalamamalıyım diye de düşünüyorum ama emeğim gitti, buna hakkım var bence. Neyse, “Mor Martı” nam öykü şöyle başlıyor: “Biliyor musun Sait Usta, Burgaz Ada’dan dönerken vapuru izleyen martılardan biri mordu.” (s. 74) Eyvah ya. O mor martı sanki Sait Üstat çünkü anlatıcının kafasında hep Sait Master var, göçeli kırk yıl olmuş ama Usta unutulmamış işte, Kalpazankaya’da öyküyle, sanatla dolu bir gün geçirilmiş de herkes ulviyetle dolmuş. O eski Beyoğlu, Adalar canlanmış zihinlerde, anlatıcı Sivas’ta 37 aydının yakıldığından bahsediyor Usta’ya, kırk yıl sonra güncelleme. Daha iyisi var, anlatıcı Kadıköy’de iniyor, ayakkabı boyacısı bir çocukla muhabbete başlıyor, ayakkabılarını boyatırken çocuğun sefillikten kurtulmak için Kars’tan büyük şehre gelip gece gündüz çalışmak zorunda kalmasından bir mutluluk çıkarıyor hemen, çocuk işini neşe içinde yaparken bir de tebessüm patlatıyor çünkü. Benim gözümde şöyle canlanıyor: anlatıcı gelir, “her şey süper” modunda ayakkabılarını boyatır, GBT çeker, sonra histerik biçimde güler. Çocuk arıza çıkmasın diye korkuyla gülümser, delinin bir an önce çekip gitmesini ister. Aşırı yorumsa aşırı yorum, ne yapayım.

Zerre lüzum yok okumaya.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!