Takvim öykülerinin ve şiirlerinin hatırına sonunu getirdim, yoksa aynı konuların tekrarıyla, yavanlığıyla vasatın altında bir metin ortaya çıkarmış Pazarkaya. Kıyaslıyorum, Pazarkaya’nın yakın arkadaşı Necati Tosuner’in Salgında Öyküler’i pandemiyi bambaşka bir forma tıkmayı becermiş müstesna bir öykü toplamı, Pazarkaya’nın anlatısıysa bence kolaya kaçıp sırf kapatılma üzerinden ilerliyor, hele virüsün dilinden yazılan bölümler, öf, sıkıntı. Dayanabildiğim yere kadar dayanıp kendi karantina günlerime geçeceğim, Rilke’nin şiirlerinden ve Tanpınar’ın Mümtaz’ı bol bölümlerinden pek bir şey çıkmayacak çünkü. Trump’ın yediği haltlar, Teksas’ta her şeyin bir kurgu olduğunu söyleyip hastalığa yakalanınca ölen adamın protestosu, bütün kaykıklıklar defalarca anlatılıyor, şöyle özetlenebilir: COVID-19 yeni bir erk olarak dünyanın tepesine oturdu, otokratlar onun altında kaldı ama hemen uyandılar, toplumları kapatıp kontrol altına aldılar. Tıpış tıpış evlere gittik, haftalarca çıkamadık, o sırada yönetim istediği gibi at koşturdu. “Salgını gerekçe göstererek, bireysel, demokratik hak ve özgürlükleri kısıtladılar, yok saydılar. Salgını özkardeş bildiler. Aslında erk ve egemenlik paylaşımına razı değillerdi. Önce onu erke ve egemenliğe belli ölçülerde ortak ettiler, eder göründüler. Onu rahatlatıp zayıflatmayı hedeflediler.” (s. 13) Rusya hızlı davranmaya çalıştı, Çin aldı yürüdü, ABD elindekini korumaya çalıştı. Özellikle yaşlılar çekti bu durumdan, ekonominin cortlamaması için yaşlılardan ölmelerini isteyen Amerikalı vali midir nedir, o adamın minyatürleri çıktı, yaşlı nefreti iyice yayıldı, sokak ortasında azarlandılar, itildiler, mevzu sağlığı korumaktan bambaşka bir yere geldi. Şimdi de bakanlardan biri emekli maaşlarına zam yapılmasının gençlerin geleceğinden çalmak olduğunu söylüyor ya, çarpıtma yetenekleri kayda değer. Evet, Pazarkaya araya şiirlerini serpmiş, izlenimci vasatlık. “Mor salkımları görmemek/ Sessiz sevgisiz sevinçsiz/ Sokaklar denizden uzak ıssız/ Düşlem silik/ Düşünce kötürüm/ Martılar kargalar da isteksiz/ Kanatları sessiz/ Güvercin hımbıl/ Rüzgâr kimsesiz/ Kent şarkısız/ Böyle bir yaşamak/ Yakışmıyor adına” (s. 14) Valla ben kurdun kuşun daha istekli, rüzgârın o kadar neşeli olduğunu başka zaman görmedim, Pazarkaya kendi karanlığından yola çıkarak biçimliyor da ben ekmek alma bahanesiyle çıkıyordum evden, elimde poşet, devriye geçtiğinde kuytuya sığınıyordum, sonra sokaklarda başıboş dolanıyordum. Bomboştu ortalık, kuşu böceği eksik değildi o baharın. Altıntepe’nin deniz tarafına geçip Kınalıada’ya, diğer adalara bakıyordum, arkada Çınarcık mı, daha da arkada bazen Uludağ görünüyordu. Deniz boştu, yol boştu, sahil boştu, ıssızlığı izliyordum yani, gözlerim de yaşıyordu. Aslında sırf o zaman yaşadığımıza dair bir düşünce var kafamda, bütün o kısıtlamaların, kapatılmaların sonuçları bir yana, o boşluk çok hoştu. Tepede bir sigara içiyordum, sonra aşağı yürüyordum, okulun oraya. Köşede polis arabası vardı bir gün, ön camlardan biri açıldı, polis elini şöyle bir salladı, hani, “Ne ayaksın?” gibilerden. Poşeti gösterdim. “Maskeyi tak lan dallama” hareketi yaptı, indirdiğim maskeyi taktım, yürümeye devam ettim. Aklıma Şener Şen’le İlyas Salman’ın birbirlerine salladıkları jestler, mimikler geldi, güldüm. Pazarkaya ne yapmış, Şaşkınbakkal civarında bir eve kapanmış İnci’yle birlikte, mutluluk dolu ilişkileri sayesinde atlatmışlar o günleri, öyle görünüyor. Karantinanın ilk gününü öyle böyle atlatmışlar da ikinci günden itibaren sıkıntı basmaya başlamış, hapishaneye dönen ev Nâzım Hikmet’in şiirlerine açılmış kitabın adında görüldüğü gibi, Rilke zaten başucunda duruyor Pazarkaya’nın ama karantinayla Rilke’nin yan yana gelmemesinde coşkuyla durgunluğun çatışması var, yani hiç de kara lirik zamanlar yaşanmıyorken başka bir şair cuk otururdu. Rilke’yi çevirmek için kötü bir zaman diye düşünüyorum, ben ne yaptım, onu hatırlamaya çalışıyorum. Aslında normaldekinden farklı bir şey yapmadım ama o bahar bisiklete binememiştim, bir o dertti. Okuyup yazmıştım canavar gibi, bir şeyler izlemiştim, sonraki sene okullar kapalı olduğu için yine öyle gitmişti. Aslında cennet gibiydi, özlüyorum o yılı. Pek de özlemiyorum tabii, hastanelerde geçmişti, annemin kanserini yok etmeye çalışıyorduk, mezarlıklardaki defin sayılarından gerçek ölü sayısına ulaşmaya çalışıyordu gazeteciler, veriler saklanıyordu, çarpıtılıyordu, her gün başka bir rezillik çıkıyordu.
Virüsün konuştuğu bölümleri görmezden gelmek istiyorum. Şöyle bir bakıyorum da neler olup bittiğini anlatmaktan başka bir şey yapmıyor bu, milleti eve kapadığını, iktidarların milleti daha da eve kapadığını söylüyor, sosyal mesafeyi sallamayanlara rahatlıkla bulaştığını anlatıyor virüs. “İnsanlar çeşit çeşit. Benden korkanlar çok. Ama bana meydan okuyanlar da az değil. Bunlar bir yandan az eğitimliler, yanlış eğitim almışlar ya da eğitimsizler, öte yandan özgürlük diye tutturanlar. Bunların arasında, hiç şaşmıyorum, özgürlük diye diye özgürlük ve demokrasi düşmanları da çok. Onlar, özgürlük göstericilerinin arasına karışarak maskeliyorlar kendilerini.” (s. 26) Çok donuk ya, çok sıradan, en azından takvim öyküleri ayarında metinler bekliyor insan, bulamıyor. O sırada Pazarkaya ne yapıyor, birkaç gün geçmiş, eline aldığı kitapları birer birer bırakıyor çünkü geçen günler bütün enerjisini alıp götürmüş. Karantina zamanı hiçbir şey yapamayanları anlamamıştım, şimdi de anlamıyorum. Gerçi şöyle anlıyorum, hiçbir şey yapamamama yol açan büyük olay onlar için karantinaydı. Durdukları yerde kuduran arkadaşlarım oldu mahallede, şöyle bir çıkıp dolanınca kendilerine geldiler. Ceza yeme pahasına bisiklete de binmiştik bir gün, sabahın körüydü, kuşlar Maltepe sahilde deli gibi uçuyordu. Çimenler alabildiğine uzanıyordu, yeşil bütünü bozan maddeler yoktu, Dragos’a varasıya. Etrafından dönmek zor oranın, bitmek bilmiyor, bir de Beltur mu ne var orada, insanlar bisiklet yolundan yürüyorlar. İnsanımıza bisiklet yolunun ne olduğunu dayak yeme pahasına öğreteceğim. Zabıtalar dolanıyordu bir ara, maskelere mi bakıyorlardı, neye bakıyorlardı bilmiyorum, altlarında şekil motosikletler vardı. Yan sokaktaki komşunun alışverişini yapıyordum bazen, annemin arkadaşı, kapıya asıp gidiyordum. Pazarkaya da denize iniyor bir gün, Şaşkınbakkal’dan aşağı, o ilk pazar. Polislerle karşılaşıyor, ceza yemiyor o seferlik. Deniz kenarında biraz kendine geliyor, eve döndüğünde yenilendiğini hissediyor Pazarkaya. Yirmi dakika ötede Tosuner oturuyor, ziyaretine gitmedi mi acaba? Bulaştırmaktan korkup telefonlaşmışlardır belki. Tekirdağ üzerinden Çanakkale yolculuğu da güzel, Pazarkaya gerekli izinleri alıp yola çıkıyor, gençliğinin geçtiği yerlerde dostlarıyla beraber. Bir ay mı, daha fazla kalsaydı, geri dönmek zül geliyor. Oradan da uçakla Almanya’ya dönecek zaten, gelmesinin üzerinden kaç ay geçti de anca dönüş. Tayvan’da insanlar sanal yolculuk yapıyorlarmış, gerçeğini özledikleri için. Bir yerden bir yere gitmenin videosu çekilmiştir mutlaka, sadece gitmek, deli gibi izlenir. Sanal ortamda bütün aşamalarıyla yaşamak bunu, alıcısı çok olur. Ben hiçbir yere gitmedim o iki sene, Küçükyalı’dan pek az çıktım, arada bir Beyoğlu’na gittim, o kadar. Maskeleri sevmiştim, kimse kimseyle konuşmuyordu trende. Adalara dönmüştük resmen. Upuzun romanlar okudum mu, okumadım, öykü okudum daha çok. Pazarkaya Huzur‘u okumuş, etkilendiği bölümleri koymuş metnine. Üniversitede okumuştum üçlemeyi, yeniden okuma ihtiyacı hissetmedim, zamanı gelince okur muyum? Karantinayı unuttum gitti bu hayhuyda, “ulan ne acayipti be” noktasına çoktan geldi, belki de bu yüzden Pazarkaya’nın bunaltısını anlayamadım tam. Tosuner’inkini anlamıştım mesela, demek bu da değil. Bir şey eksik yani, kurmacanın büyüsü sanıyorum. Kuru anılardan ibaret olunca metinden katır kutur sesler geliyor.
Cevap yaz