Sanat yaşamı şiirle başladı. Çarmıhtaki Yeni Mehmet adlı bir şiir kitabı var. Sonra tiyatroya yöneldi, oyunculuğu ve yönetmenliği var, yüzlerce filmde oynadı, oyunlar yazdı. Varlık‘ta yer alan “yörüklemeler” dediği yazılarını bu kitapta topladı, yıl 1976. Ayşen Gruda ve kızları Elvan’a ithaf etmiş kitabını Yılmaz Gruda, bir de yazmış ki of. Oradan girip buradan çıkması, çağdaşlarını eleştirmesi, kıvraklığı, çuvaldızıyla birlikte iğnesini de parlatması şahane. İlk mesele Macbeth, Gruda kendini tiyatroya adadığı günden beri hangi rolü oynamak isteyeceği sorulduğunda Shakespeare’in Machbeth’ini oynamak istediğini söylemiş, sonra oyunun parodisinin bir parçası haline gelmiş, kader. Özel tiyatrocular gişe kaygısından ötürü günümüze uyarlanmış versiyonu sahneye koymaya karar vermişler. Seyirci esas oyundan bir şey anlamayacağı için değil de ona “şimdilik gereksinmediğinden”. Ters bir iş değil, sanata ihanet değil, parodileme işine oyuncu olarak da katılmış Gruda, sahne hayatının en heyecanlı, en yürek burkan iki saatini yaşamış. Maksat tiyatroyu halka “indirmek” ama nitelikten ödün vererek değil, bu açıdan “halk tiyatrosu”nu eleştiriyor mesela Gruda. Sözlüğe bakmış, izleyicilere bakmış, tiyatro sahiplerine bakmış, sonuç: “Sorduk soruşturduk, kesin bir cevap bulamadık. Kökeni, yönü, yöntemi konusunda ne bir ses, ne bir nefes! O zaman anladık ki, iş olsun diye ortaya atılmış bir deyimdir bu.” (s. 15) Başka yazılarında Anadolu turnelerine çıkanların halkın ayağına gittikleri yönündeki söylemleri de eleştiriden nasibini alacak, sezon bittikten sonra Anadolu’yu kötü oyunlarla karış karış gezenler ticari kaygıları anlaşılmasın diye uydurmuşlar bir “halka yürümek”, kazançları da iyi olunca hizmet diye gezer olmuşlar. “Açıklayalım: Bu sözleri duydunuz mu, derhal takvime bakın. Ne gördünüz? Mayıs ayı girdi girecek. Yani büyük kentin tiyatro macerası bitmek üzere. Alınacak bal alınmıştır. Şimdi sıra Anadolu’nun…” (s. 17) Birkaç bölüme ayrılmış yazılardan bunlar, böyle yaptı mı Gruda yaylım ateşi açmış demektir. Hemen eleştiriye değiniyor mesela, “Leylâ hoştu, Ahmet kekreydi” gibi üfürmelerden bıkmış, ilk gece çağrısından sonra yazılan birkaç satırlık karalamalardan memnun değil. Eleştirmen bol ve yok, bollukları gazetelerin bolluğundan, yoklukları gazetelerin tokluğundan ve sorumsuzluklarından. Denk geldiği için yazayım bir de, Turhan Günay bir söyleşisinde gazetelerin verdiği kitap eklerini takip etmediğini söylüyor, sebebi bütün yazıların tanıtıma dönmesi. Bir iki dergi ismi saysa da ben eleştiri namına pek bir şeye rastlamadım onlarda, zaten gönülsüzce söylüyor ve bizde eleştirinin olmadığını ekliyor en sonda. Neyse, Gruda’nın makarası da güzel, tiyatro esas olanın metin olduğunu söylüyor, sonra oyuncunun metni yorumlaması, toplumdaki yerini bulması, sözcükleri aksiyona dönüştürmesi geliyor ama bizde bu iş tersten, yazdıklarının bir bölümünü de tersten yazıyor Gruda: “… ev rürütşünöd anoyiska, böyle bir sorun düşünülmediği için tersi bile yok, ralmuroy inteM” (s. 20) Oyunları kotarmanın süresi de var, el bir oyunu 3 ayda, 6 ayda kotarırken biz en çok 20 günde kotarıyormuşuz, eleştirmenler beğendiyse ya biz dâhiyiz ya da diyen kör. Aynı acele yeni kurulan tiyatroların batmasına yol açıyor bir de, tiyatroya bakış, seyircinin isteği önemli değil, maksat tiyatro kurmak. Batıveriyor hemen, Gruda bu “martyr” ruhluların kafalarının Türkiye’de ama kafalarının başka yerde olduğunu söylüyor. Özel tiyatrolarda durum buyken devlet tiyatrolarına geliyor sıra, Muammer Karaca’nın konuyla ilgili cevabı: “‘Orada tiyatro yapılmaz. Cebeci Türkçesiyle bazı oyunlar kıraat olunur. Akıl almaz inlemeler, vurgulamalar da cabası!’” (s. 37)
Turne anıları var, kara komedi. Erzurum’dan bir telefon geliyor, “konser” için masa, sandalye falan gerekir mi diye soruyorlar. Oyun oynanıyor, bir bulvar komedisi. Sabahın altısında altı kişilik bir grup oyuncularla konuşmak için gelmişler. Çıkışıyorlar, tuzu kuru ülkelerin yukarıda dönenen ıvır zıvır oyunlarını, şu tabandaki sorunlarının onda birini çözümleyememişlere getirmeye sıkılmıyorlar mıymış? “Ekmek parası,” demiş oyuncular, yüzsüzlük, körlük. Duyarlı seyirciler toplumun sorunlarından dert yanınca utanmış Gruda, belli. Müftülerin başı çektiği heyetler tiyatrocuların işini yokuşa sürüyormuş bir yandan, oyun seçme işine karışıyorlarmış. Günümüzde Genco Erkal’a sahne tahsis etmemekle sürüyor bu mevzu, geçende yakınıyordu bundan. Sanat baltalanıyor, Gruda “frenk sayıklamalarıyla” Anadolu’ya ne kattıklarını merak ediyor. “Bazen bu aldatmacaya ortak olduğum için, niye açıkça söylememeli, iğreniyorum kendimden! Bu, kahramanca bir açıklama değil, bir güçsüzlüğün dile getirilişi.” (s. 43) Bir şeyler yapmalı ama güç yok, batağa saplanmış bütün memleket. Değiyor mu peki, eğer gelecek yılları etkiliyorsa ve bir uyanışı hazırlıyorsa o zaman değiyor, Gruda oynamaya devam ediyor. Uyarlamaların telif eserlerden daha başarılı olabildiğini söylüyor arada: “Bazı kesimlerin küçümsediği Karacaların, Sururilerin, Totoların (çünkü sağduyularıyla olumlu ‘müdahale’leri var uyarlanıp getirilen oyunlara. G. Özcan da bu yolda) yazarlarımızdan daha çok emekleri var Türk tiyatrosuna.” (s. 47) Radyo tiyatrosu bir başka mesele, her oyuncu bağlı olduğu tiyatronun üslubunca konuşunca “kıran kırana Kırkpınar”, Karacaoğlan yardımlaşma konusunda gösterilen teveccühe çok teşekkür ediyor örneğin. Etsin ama öyle etmez zannediyorum, anakronik bir gudik bu. Kim acaba o dönem Karacaoğlan’ın sesi, mesela Gruda’nın eleştirdiği yıldız oyuncu kim, oyunun başlamasına beş gün kala üçüncü perdeyi ikinciye okumadığı ortaya çıkan, ezberi olmayan, ayol on yıldır sahnede olan, kötü oynamayacağını söyleyen, “lecisör”ün direktiflerine uyan, oynayacağı oyunun yazarını beğenmeyen? Çok oyuncu iğneleniyor ama isim yok, bilemiyoruz.
Epik tiyatro. Para verip oyuna gelenler ara tabaka aydınları, küçük ve büyük burjuva. Üç aşağı beş yukarı karşı olunan adamlara epik tiyatro getiriliyor. “Eh, bu adam da senin attığın tokadı bir yer, iki yer. Üçüncüde kendi gelmez, adamlarını gönderir!” (s. 67) Gişede sinek avlanır, cüzdanlar kavlanır, elde avuçta bir şey kalmaz. Kira, çalışanların maaşları, dönmez o çark. Brecht’e göre epik tiyatronun bir ülkede uygulanması teknikte belli bir seviyeye varılmışsa, sorunların tartışılması için güçlü bir ilginin belirmesine ve o ilginin savunulmasına bağlı, bizde yemez yani. Dramatik tiyatroda ısrarcı Gruda, oyunla özdeşleşen kişiden hayır gelmeyeceğine dair karşı çıkışlara iyi bir bileşimin o özdeşleşmeden işe yarar bir şey çıkacağını söylüyor. Seyircinin kafasında üç cümlenin kalması yeterli. Aki Kaurismäki filmlerinin savaşları durdurmayacağını ama savaşın, mülteciliğin yol açtığı perişanlığı gören seyircilerin zihinlerinin değişebileceğini söylüyordu, tam olarak böyle değil ama buna benzer bir şey diyordu işte, onu hatırladım. Tiyatro deyince oyun yazarları gelmiyor zaten akla, Gruda’ya göre tiyatroya ömrünü vermiş insanlar geliyor. Muhsin Ertuğrul en başta, Avni Dilligil ikinci sırada, üçüncü de Haldun Dormen. Bir tavır getirmiş oyunculuğa Dormen, kıraat yerine konuşma getirmiş. “Küçük Sahne’de maaş verip profesyonel kıldığı oyuncuların peşini bırakmayıp günlük davranışlarından kültürlerine kadar uğraşmış, ayrıca onları Cep Tiyatrosu’nda Tunç Yalman’la el ele verip ‘seminerlere’ sokmuş, sahneye koyuculuk, yazarlık yönünden de donatmaya çalışmıştır…” (s. 84) Kişisel zaaflarını misyonuna yeğ tuttuğu için ortadan kaybolduğu söylenmiş bir dönem, geri dönmesi en önemli göreviymiş. Döndü de, yıllarca oynadı.
Bir oyunu iyi bir şekilde sahneye koymak için yapılması gerekenleri komik üslubuyla bir bir anlatıyor Gruda, noktayı koyuyor. Başka kitabı da vardır umarım, tat damakta kalıyor çünkü. İlgilisi okusun, büyük bir tiyatro insanının anıları, tecrübeleri, neler neleri.
Cevap yaz