1960’larda çevrilen bir metin var diyelim, keyfe keder bir isim uydurulmuş çünkü çevirmenin paşa gönlü, öyle basılmış. Yakın zamanda tekrar basılıyor, bu kez orijinal adıyla. E bunu bir yerden hatırlıyoruz tabii, karakterin aynaya uçan tekme atması sıklıkla rastlanan bir olay değil. Küfrederek atmıyoruz kitabı da can sıkıyor, verileceklerin arasına koyuyoruz. Metin iyiyse bir daha okuruz, ne olacak. Ben okumuyorum, direkt koyuyorum çünkü oturacak yer yok evde, bunlardan bir an önce kurtulmam lazım. Dün Küçükyalı’da dolanırken Akın Abi’den beş on, halk ekmekçi abiden de üç beş kitap alınca kendime kızdım, eve gelince hepsini verileceklerin arasına koydum. İyi hissettim, böyle böyle çözecektim dertlerimi, hayatta da böyle olmak lazımdı. Mutfağa gidip su içtim, sonra hole dönüp verileceklerin arasından aldım kitapları, yığınlardan birinin üzerine koydum. Günün son sigarasını içerken kötü kötü bakıyorum bazen yığınlara, azalmalarını söylüyorum. Ağırlıklarımı kışkırtıyorum, z barı itekliyorum onlara doğru, arbede çıkmayınca sinirlenip uyuyorum. Sabah kalkınca aynı sorun, söylene söylene işe gidiyorum, dönünce bisikleti çıkarırken üzerlerine süresim geliyor. Eve geldiğimde kafam güzelse elimi atıyorum birinin üstüne, iki saat dert anlatıyorum, ağladığım zaman ses çıkarmadığı için insanlardan daha hassas buluyorum onu. Azaldı mı, kısaldı mı, hemen takviye yapıyorum çünkü açmadığım çok koli var, neyi ne zaman aldığımı da hatırlamadığım için diyelim üç kolide aynı kitaptan üç tane olabilir, o işler belli olmaz bu evde. Kij Johnson’dan Arı Nehrinin Ağzında nam öykü bombasını okuyorum şimdi, bir öykü Schrödinger’in sonsuz olasılıklı kutusuyla ilgili, tam o hesap. Adamımız arabasıyla giderken telefonuna mı ne bakıyor, önüne kamyon çıkınca dan diye düşüyor değişken odaya. O kadar da değişken değil gerçi, genelevmiş orası da duvarların rengi değişirken duvarlar neden değişmiyor, ortadan kalkmıyor mesela, bedenler hermafrodit bedeni ama neden beden, maddenin ne olduğu belli değilse biraz olsun belirlilik değiştiriyor mu kutunun içini yani, gözlemlendiğinin farkında olan madde kesin bir niteliğe kavuşuyorsa değişkenlik neden, neyse ki böyle sorular bu yığınlar için geçerli değil çünkü kolilerin içinde ne olduğunu bilmemem tamamen tembellikten kaynaklanıyor, kuantum çorbasıyla hiçbir şekilde muhatap olmuyorum. Diyeceğim, Woody Allen’ın bu kitabındaki metinlerin bir kısmını Siren’in bastığı Yan Etkiler‘de okudum ama hangi metinleri okudum, bir daha okumak ister miyim, bunları hiç düşünmeden okudum gitti. Hayatta böyle olmak lazım, bir işe başladın mı kafana göre. Tekrar okuduğumu şuradan anladım, paylaşmıştım da, yazarın biri eleştirmenin birinin evine ışık tutmuştur çünkü o eleştirmen aşırı eleştirmiştir yazarın son yazdığı metni, o sırada Almanlar da Londra’yı bombalamakta, şehirde karartma uygulanmaktadır, haliyle ışığı gören üşüşüp bombaları bırakacaktır. İyi fikir. Allen’ı nadiren, pek nadiren Vonnegut’a benzetiyorum, sırf bu tür buluşlarını düşününce. Yoksa Allen iki dakika duramıyor espri yapmadan, genellikle güldürüyor ama bir metninde, Sokrates’i canlandırdığı metninde dediği gibi, iyiyle kötü arasındaki fark iyinin çok uca gidip kötüye dönüşmemesidir. Örnek istiyorlar, süper bir aryayı yüz on kez söylemenin kötü olacağını anlatıyor Allen, dinleyicileri hak veriyorlar. Baldıran mı geliyor, Allen hakikat için can vermenin erdeminden bahsederken bir anda çığlıklar atmaya başlıyor çünkü ölmek için çok erken ve eski sevgilisinin eşyalarını geri götürmesi lazım, kız yeni sevgilisine Allen’ı dövdüreceğini söylüyor eşyalarına kavuşamazsa. Tabii böyle bir şey yok metinde, Allen ölse de yeni sevgili gelip mezarında dövebilir bizimkini, birinin ölü olup olmaması bu metinlerde hiçbir şeyi değiştirmiyor. Güldüğüm bir anlatı parçası vardı, neydi, mezarlıkta bando çalıyor, başkaları birini gömüyor ama anlaşılıyor ki yanlış kişiyi gömmüşler. Geri dönüp diriyi çıkarıyorlar, bando çoktan gittiği için bir uğraş da müzisyenleri geri getirmek için. Ölüyü gömüyorlar ama o da diriymiş, e o zaman garanti olsun diye herkesi gömüyorlar, diri olan zaten çıkar.
Oturacak yer yok derken abartıyorum. Salonu yaşam alanı olarak muhafaza ediyorum, Onurhan yatıya geldiği zaman uyuyacak alan buldu ama diğer odaların, ayakkabı kutularının, holün, mutfak dolaplarının ve buzdolabının hali iyi değil. Dandik metinleri seçmeye çalışıyorum ki hemen vereyim, kuramlara el atamıyorum bu yüzden. Kötü metin zehirlenmesinden mustarip olduğumda işte, arada bir iki tane, klasikler için de aynı şey geçerli. Bovary’li öyküsü ne sağlam Allen’ın ya, kel, gözlüklü, Yahudi edebiyat profesörü hayatından memnun değil, eşiyle sorunları var, bu yüzden civardaki sihirbaza gidip adamın sözünü yerine getirmesini bekliyor. Malum kutuya girdiği zaman kaybolacak profesör, üstelik kutuya hangi kitap konduysa o kurmacaya doğru. Bir yere doğru kaybolmak, evlerin denizden yana umudu, böyle şeyleri ararız da bulursak yaşarız. İşte, adamımız Emma’nın yanına gider, Charles her zamanki gibi bütün sığırlığıyla evde yoktur, Emma da hemen fingirdemeye razıdır, bizimkiyle birlikte dağ bayır gezerler. Adamımız döner, eşine yalanlar söyleyerek tekrar gider oraya, bu kez sevişirler, döndüğü zaman gündelik yaşamının sıkıntılarına biraz daha maruz kalır. En sonunda sihirbazdan rica eder, Emma’yı getirmesi için elinden geleni yapmasını ister. Tamam, öyle de işliyor makine, Emma dünyamıza gelir ve New York’a bayılır. Oyunculuk eğitimi, fotoğraf çekimleri, şu bu derken profesörün başına bela olur, zaten Charles da meraklanmıştır iyice, geri marş. O da nesi, makine çalışmaz, Emma bu dünyada hapis kalır. Sihirbaz kutuyu söküp tekrar birleştirir, cehennem günleri sona erer nihayet, Emma kendi dünyasına döner, profesör bir daha öyle işlere girmeyeceğine dair yemin eder, mutlu mutsuz son. Değil, üç hafta sonra profesör yine gelir, bu kez arızanın âlâsına denk gelir: İspanyolca sözlük, boğayla ilgili bir madde, canını kurtarmak için sözcüklerin arasında sonsuza kadar koşmak zorunda kalır adamımız. Allen sonu tam, dank diye. Duvarda asılı anılarım var, ara sıra ortaya çıkıyor bazısı, mesela Yeşim’in seneler evvel ördüğü kilimimsi tatlı nesne çıktı dün, kitapları düzenlerken. Bir keresinde annemi bulmuştum, hemen çıkardım devrik yığının içinden. Kâğıttan ev, evet, mantıklı, patolojinin tam yansıması ama bildiğimiz üzere evi ev yapan evin içinde yaşayan mutlu kitaplardır, mutlu kitapların yavaş yavaş çürümediği bir ev ne mene bir ev ola. Böyle böyle kuşe kuşatı, yaşamımızda bir hışırtı curnatası, Yeşim’i özlediğimi ne zaman bahis açılsa söylediğim için o kilimimsinin ortaya çıkmasına da sevindim, daha nelerin çıkacağını bilmediğim için çok heyecanlıyım. Delilik öyküsü var bir tane Allen’ın, evli adamın evli olmadığı kadınla ilişki yaşarken ikisini aynı bedende bir araya getirme fantezisinin gerçeğe dönüp aslında o kadar da iyi sonuçlara yol açmadığının anlaşılması üzerine. Gidip üçüncü bir kişiyle takılıyor anlatıcı, aslında deli olmadığını, kafa naklinin 19. yüzyıl bombastik metinlerinde son derece normal bir şekilde işlendiğini söylüyor. Benim aklıma Yılmaz’ın cansız manken kafasını alıp yerine oturtmaya çalışması geldi, bir de şu evle ve hayatımın geri kalanıyla ne yapacağım. Benim yerime düşünenlere rastlamak için de okuyor muyum, hayır, sadece şunlardan kurtulmak için.
Cevap yaz