Altıkırkbeş’in lemur tribinin kaynağı bulunmuştur.
James Misson —metinde Kaptan Mission olarak geçiyor— Madagaskar’da bir korsan kolonisi kurmuş: Libertatia. 17. yüzyılda Anger Üniversitesinde insanlık bilimi, mantık ve matematik öğrenimi görüyor, ardından Victorie isimli savaş gemisiyle denizlere açılıyor, Napoli’de Caraccioli adlı bir papazla karşılaşıyor. Dünyevi gücün ikiyüzlülüğüne ve tinsel olana duydukları nefret yaşamlarını değiştiriyor, Caraccioli cübbesini atarak yeni arkadaşının gemisine atlıyor, iki Cezayir gemisini batırıyorlar, ardından Atlantik’e açılarak bir İngiliz gemisini indiriyorlar, korsan bayrağını çekip güneye iniyorlar. Batı Afrika kıyıları boyunca süren yolculukta başka bir İngiliz gemisinin tayfalarını kendi gemilerine katıyorlar, Portekiz gemilerinden birini de hacamat ettikten sonra Madagaskar’a yerleşiyorlar. Mission’ın yanında Carraccioli ve korsanlığı seçen İngiliz kaptan Thomas Tew var, bu üçlü barışçıl bir demokrasi kurmaya çalıştıkları Libertatia’yı uygar bir yer haline getirmeye çalışıyorlar. Fransa ve Amerika, devrimler sonrasında çıkan kanunlarla bu yeni yerleşime örnek teşkil ediyor. Kölelik yok, borç yüzünden hapis yatmak yok, ütopik bir memleket. Bir süre sonra Tew kazaya uğrayarak gemisini batırıyor ve çıkabildiği kayaların üzerinde kurtarılmayı bekliyor. Merkezde işler daha kötü, o esnada yerliler Libertatia’ya saldırarak koloniyi yerle bir ediyorlar, Caraccioli ölüyor, Mission birkaç adamıyla birlikte kaçmayı başarıyor. Kayaların üzerinde rastladığı Tew’u anına alarak Amerika’ya doğru yola çıkıyorlar ama gemileri büyük bir fırtınada dalgaların arasında kayboluyor. Hikâye aşağı yukarı bu, Burroughs bunu kurmacaya çeviriyor ama Mission’ın yaşamından kesitlerle yetinmiyor, Kaptan’ın lemurları koruma ve yaşatma çabalarının boşa çıkmasından hareketle dünyanın karşılaşacağı ekolojik faciaları da ele alıyor. Mission’ın yerel bir bitki yardımıyla yaşadığı saykedelik deneyimin fantastikliğinin yanında bu facialar da en az o kadar fantastik, dumura uğratıcı. İlerleyen bölümlerde karşımıza çıkıyor bunlar, başta Mission’ın gündelik yaşamına odaklanıyoruz. Tüfeğini kuşanıyor, bıçağını kınına sokuyor, eşyalarını toplayıp yerleşimin dışına doğru yürümeye başlıyor. Yerli kültürüyle Mission’ın düşünce yapısının kesişimine örnek olarak lemurlar çıkıyor karşımıza, yerli dilinde “lemur”un anlamı “hayalet”, yerlilerin hayaletleri öldürmeye dair tabuları olduğu için Mission hemen bir yasa çıkarıyor, lemur öldürmeyi yasaklıyor. Ölüm cezasını gerektiren tek suç bu, Mission kendi adamlarını yeni dünyanın kültürel yapısıyla uyumlu hale getirmeye çalışıyor. Gün doğumu ve gün batımı yerliler için kutsal, yerlilerden biri Mission’a eğer büyük hayaletleri bulmak istiyorsa bu iki zamanda Ağaçlardaki-Adam Chebahaka’nın haykırmadığı yerde olmak zorunda. Büyük Hayalet sessizlikle kaplı alanlarda bulunabilir. Mission için ideal bir yolculuk başlamak üzere. “Kaptan Mission her şeyin yaşadığını birdenbire ve dayanılmaz bir biçimde bilmekten, Panik’ten korkmuyordu. Kendisi de insanoğlunun her şeyden önce korktuğuna dair bilginin, Panik’in yayıcısıydı: kendi soyunun gerçeği. Öylesine yakındı ki. Yalnızca sözcükleri bir kenara atıp bakmak yeterliydi.” (s. 11) Mission Batılı kültürel kodlardan sıyrılıp henüz bilmediği bir yaşam düzeyini arıyor, bir süre sonra koca bir hayvana rastlıyor. Hayvanın bir pençesi Mission’ın yüzüne dokunuyor, insan eli hayvanın kafasında, iletişim kuruyorlar ve Mission’ın gözlerinden yaşlar boşanıyor. Karanlık basmadan geri dönmek zorunda olmasa orada kalırdı, Bradley Martin’le karşılaşmazdı muhtemelen. Ölü bir lemurun başında duruyor Martin, lemuru hırsızlık yaptığı için vurduğunu söylüyor. Kanunlarda ara bir madde yok, Martin’i yerleşkeden kovmak zorunda kalıyor Mission, adamın yerlileri kışkırtmak için uğraşacağını bilerek. Rüyasında yerleşime saçılmış ölü lemurlar görüyor, sabah uyandığında ölü lemur yerinde yok. Martin ölü lemuru göstererek göçmenlerin lemurları öldürdüğünü söyleyecek. Dipnot devreye giriyor, hikâyenin anlatıcısının yanında ortaya çıkan durumları aydınlatan başka bir aydınlatıcı daha var, Martin’i Büyük Yalan İnsanları’ndan biri olarak görüyor, yıkımla uğraşan insanın çerçevesini çiziyor ve sermayenin dünyayı nasıl sömürdüğüne dair örnekler sunuyor. Daha sonra İsa’ya ve Tanrı’ya da çatacak, ilkini gösteri peygamberliğiyle, ikincisini narsisizmle suçlayacak. Sağduyunun sesi belki, zıt kutbunda “geleceğin bekçileri” yer alıyor, Mission’ı gözlemleyen, erk sahibi bir grup. Savaşa giden yolu açacak, olaylardan haberdar.
Mission’ın uyuşturucuyu almasıyla birlikte anlatının da şirazesi kaymaya başlayacak. Eski taş yapıya varan kaptan, etrafındaki sayısız lemurla birlikte hareket edecek, uyuşturucuyu aldıktan sonra taş yapının tarihini merak edecek ve Renk Değiştiren Kertenkele adlı mitik bir yaratığın gözleriyle görmeye başlayacak. Uzak geçmişe doğru seyahat, duru görü, Homo Sap’tan daha önce ortaya çıkmış lemurların tarihine bakış. Anlatının tonu denemeye doğru kayar bu noktada, Kaos ve Yarık İnsanları ortaya çıkar, belki de yerlilerin kozmogonisidir bu. Çatışma ayyuka çıkar bir noktada, Mission dünyalar arasındaki siyah bir tünelde yürürken bulur kendini. “İnsan zamanın içinde doğru. Zaman ile yaşadı ve zamanın içinde öldü. Nereye giderse gitsin zamanı da kendisi ile birlikte götürdü ve zorla kabul ettirdi.” (s. 24) Geçiş hızlanır, insanların adayı nasıl sömürdüğünü görür Mission, dipnotta gezegenin koca bir organizma olduğu, insanın virüslüğü vurgulanır. İkinci bölüm başlar bu noktada, Mission yanlış bir bilgi sonucu koloniden uzaklaştırılır ve katakulliyi anladığında geri döner ama çok geçtir artık, yerleşke yakılmıştır, yüz altmış milyon yılda bir kez rastlanan şansın kaçırıldığını düşünür. Lemurların evrimiyle insanların evrimi bunca süre beklemiştir ve iki tür kısıtlı bir iletişimden ötesini kuramamıştır ne yazık ki. Mission öfkelenir, Martin’in ve diğer yıkıcıların üzerine İsa’nın kanını dökeceğini haykırır. Anlatı seyir değiştirir ve İsa’nın numaralarına odaklanır. Şamanların ve benzeri figürlerin sahip oldukları güçlerin İsa’da da bulunduğunu düşünür, İsa kendinden başka bu gücü taşıyan bir varlığın mevcudiyetine katlanamayacağı için bütün numaraları çeker, insanları büyüler ve insanlığı kendi yoluna sokmaya çalışır. Öğretiler aynıdır, uygulamadaysa İsa’nın despotizmi insanlara başka bir seçenek yokmuş gibi hissettirir. “İsa’nın görevi böyle şeylerin yalnızca bir kez, bir tek adam veya yetkili bir temsilci tarafından yapılabileceğini göstermekti. Onun görevi yalandı. İsa bir mucizeler tekeli, harikalar medyumluğu tekeli kurmuştu.” (s. 35) Mission ölür, Kaybolan Türler Müzesi adını verdiği yapı, yaşamın ve türlerin özü baki kalır. Erk sahibi Kurul bu yapının hayal ürünü olduğunu düşünür, yine de tehlikenin farkındadır, çeşitlilik problem anlamına geldiği için biyolojik zenginliği yok etmeye çalışır, yapının önünde patlayan bir fıçı meşum kutuyu açarak dünyayı sayısız lanetle boğar. Üçüncü bölümle birlikte küresel felaketlerle karşılaşırız, Burroughs çok ilginç hastalıkları insanlara tebelleş eder. İsa’nın öğretileri bu hastalıkları ironik bir hale getirir, örneğin papazın biri bir insan yavrusunu testereyle keser ve ayin kadehini kanla doldurup doya doya içer. İsa Hastalığı bu. Kurutuluşu bedeninde taşıdığını söyleyen milyonlarca insan ölür, ölmeden önce birçok insanı da yanında götürür. Bir örnek: “İsa, ‘eğer bir orospu çocuğu giysilerinizin yarısını alırsa diğer yarısını da siz verin’ der. Buna uyarak Harfçiler sokaklarda dolaşıp saldırgan soyguncular ararlar ve bir tane bulduklarında hemen anadan doğma soyunurlar. Pek çok talihsiz saldırgan soyguncu, hücum edip çarpan yarı çıplak Harfçilerin altında ezilmiştir.” (s. 46) Uçuk ve komik. Hikâyeler çeşitlenir, Nick Grenelli ve Sundown Slim çıkar ortaya. Grenelli günde iki kez sakal tıraşı olmasına rağmen bir gün kıllarının olağanüstü bir hızla uzadığını görür, üstelik solucan gibi hareket etmektedir bu kıllar. Salgın bir hastalığa dönüşür mevzu, Grenelli kıllarından kurtulamaz, üstelik koparıp attığı kıllar başka bedenlere geçerek hastalığı yayar. Kırmızı örümceklerin yaydığı hastalık da bin beterdir, diğer hastalıklar gibi. Burroughs hayali coğrafyalar yaratarak bu bölgelerin özel durumundan ötürü orijinal hastalıkları doğurduğunu anlatır, ortaya çıkan kaosu absürtlüklerle süsler, dünyayı deliliğin pençesine düşürür. Finalde mahşerden ziyaretçiler gelir, anlatı sonlanır: “Dört Atlı harabeye dönmüş şehirlerden, yabani otların bürüdüğü bakımsız çiftliklerden geçiyorlar. Virüs kendini yok ediyor, milyonlarca kurbanı ölüyor.” (s. 66)
Kısacık, müthiş bir metin. Çevre yıkımının yol açacağı tehlikelerin Burroughs üslubuyla biçimlenmesi keyif verici. Denk gelen okusun.
Cevap yaz