Üslupla ilgili beş numara üç yıldız bir giriş yazısı var başta, Elsschot trajiğin ne olduğunu da irdeliyor, aslında kâtibimiz, anlatıcımız Laarmans’ın yediği haltları da üstü kapalı olarak açıklıyor ve saksıya fesleğen gibi oturturum anlamını da çıkarıyor. Özetidir: had safhadaki üslup kaygısından trajedi doğar, insanın avazesi alınyazısının trajedisidir. Yoğunluk meselesidir, trajik ortaktır ve farklı üsluplarla dile getirildiğinde etkisi artar. Mavi gökyüzü anlatılacaksa biricik olmalıdır anlatı, mavilik sezilmelidir, ruhu olan sezer. Göğün maviliği sırf edebî ataktan kaynaklanmamalıdır yoksa mavidir, göktür, bunlar bilinen şeylerdir ve bunu takla atarak söylemek biricik değildir. Mavilik bir bulut kümesinin içinde kaybolursa, çan sesleri karışırsa falan, geçişleri fark etmemek ruhtur, çan sesi hiç beklenmedik anda geliyorsa ruhtur, çok uzun sürmezse ve yumuşak verilirse. Dinleyen sonraki sesleri beklemeye başlıyor, kuleyi yıkacak kadar güçlüyse iyidir, sarsmak yetmez, okurun ayakları yavaşça yere bastığında biter öykü. Soyut trajedinin müzikte daha belirgin olduğunu söyler Elsschot, ruh hallerinin örtüşmesiyle üslup görünür, şiddetlidir. “Benzer biçimde edebiyatta da, yazarın oynayacak notaları yoktur, hüzünlü sözcüklerle yetinmesi gerekir. Her sözcük bir imgeyi çağrıştırır, sözcüklerin birbiri ardına dizilmesiyle iskelet oluşur, üslup da bunun üzerine oturtulur. Resim yapmak için düz bir yüzey gerekir. Oysa iskelet yalnızca bir ayrıntıdır zira had safhadaki üslup kaygısına teferruatlar yol açar.” (s. 12) Tamam, gerçekten hissetmediğimiz bir şeyi de yazmayacağız, o zaman yakalayacağız yazarın bahsettiğini. Yüz yıl önce iyisi buymuş, zamansallığa göre belirlendiği için mutlak değildir ama özden bir parça içerir yine, biriciklik. Laarmans’ın becerdiği nedir, küçük burjuvaların arasına karışma arzusu yüzünden olmadığı bir kişiye dönüşmek için düğümleri çözmeye çalışmaktır, düğümleri kendi atmışsa da çözememekte, tepetaklak olan işlerini toparlayamamaktadır. Neyse ki onu peynir tüccarı yapan koşullar yine devreye girer, kepazelik yaşanmadan önce durumu kurtarır, Laarmans hiç sevmediği kâtipliğe dönerek küçük yaşamını sürdürmeye devam eder. Elsschot karakter listesini verir, hikâyenin ana unsurlarını da listeler, adamımızın kısa zaman içinde ne çok insanla iletişim kurduğundan, ne çok şirketle iş yapmaya çalıştığından yola çıkarak dönemin sosyoekonomik ilişkilerinin, orta sınıfın ticarette ne bombastik işler yaptığını anlayabiliriz. İki savaş arası Hollanda, Belçika, Lüksemburg diyarları bir peynir olayıyla çalkalanmaz, Laarmans çalkalanır, çok sevdiği annesinin ölümüyle bütün dengesi bozulmuştur diyemem de biyolojik duvarın yıkılmasının tetiklediği başarı hırsından bahsedebilirim. Sanıyorum, babasını annesine hatırlatmaya çalışması hüzünlüdür, ablasının patates soyarak annesine yedirmeye çalışması, bir şeyler anımsamaya çalıştığı zaman yüzünün aldığı gergin ifade hüzünlüdür, zort noktası şu olsa gerek: “Zihnini meşgul eden tek bir şey vardı. Evlerinden birinin üzerindeki ipotek borcu ödenmemişti. Yoksa bu dünyadan gitmeden o küçücük meblağı bir araya getirmek mi istiyordu?” (s. 23) Gece gündüz taktığı şapkasını çıkartmazmış da bir gün çıkardıklarında itiraz etmemiş, anlamış o gün Laarmans, artık gerçekten para kazanmalı, kâtiplik yaptığı yerin otuz yılda verdiğini birkaç günde kazanacak ama nasıl: cenazede Bay Van Schoonbeke’yle tanışır Laarmans, doktor abisinin kodaman arkadaşıyla, hayatı takla atacak o andan sonra. Abisi de öyle pek zengin değil ama kodamanın ortamına kardeşini sokabiliyor, beklentisinin kaynağı nedir bilmiyoruz, Laarmans öyle ticari zekâya sahip biri gibi görünmüyor da Zelig performansı sunuyor herhalde, burjuvalardan daha aptal olmadığı müddetçe gemisini yürütebilir. Aptallık mı, yirmi tonluk peyniri emanet ettiği adamın aptal olup olmadığına bakmıyor tüccar, işi yürütüp yürütemeyeceğine de bakmıyor, Van Schoonbeke’nin referansı yeterli. Çok büyük iş aslında, daha ilk toplantıda kimlerle birlikte olduğunu anlar Laarmans, yemek muhabbetleri aylık maaşını yekten harcasa yiyemeyeceği yemeklerle ilgili, seyahatler aynı, dolayısıyla sessiz kalıyor ve sessizliğini sürdürdükçe diğerlerinin gözünde yüceliyor. Bilen adam. Sıkı tüccar. Kâtip değil de önemli bir kuruluşun üst düzey bir memuru, öyle biliyorlar, bir anlamda doğru da. Görüldüğü üzere küçük adamdır aslında, bahsedilen onca gezi, yiyecek, eşya, zımbırtıdan ötürü öfkelenir, hepsinin ağzının payını vermek ister sırf kıskandığı için. Sınıfsal değil, gerçi numunelik nüve var ama düşüncelerin arasına sıkışık: “Kâtipler mütevazıdırlar, isyankârlıklarıyla zorla bir nebze saygı edinen işçilerden çok daha mütevazı. İşçilerin Rusya’da efendi oldukları bile söylenir. Bu doğruysa, o zaman bunu hak ediyorlardır, diye düşünüyorum. Üstelik bunu kanlarıyla ödedikleri anlaşılıyor. Ama kâtipler genel olarak fazla uzmanlaşmış kimseler değillerdir ve birbirlerinin yerini öyle güzel tutarlar ki, uzun yıllar deneyimi olan biri bile ilk fırsatta elli yaşında kıçına tekmeyi yiyebilir, yeri de en az onun kadar iyi ve daha ucuza çalışan biri tarafından doldurulabilir.” (s. 42) İşyerinden izin alır Laarmans, iki işi birlikte yürütemeyeceğini anlayıp -eşine milyon kez teşekkür etmelidir bu konuda, her konuda, ailenin hem beyni hem müşfiğidir kadın, bir şey yapılacaksa hemen organize eder, morali bozuk olan kim varsa toparlar, hani Laarmans psikolojik anlamda cortlamadıysa bunu tamamen eşine borçludur- hastalık izni alır, kâğıtlarına gömülür. Ofis mi lazım, elindeki imkânlarla iyisini kurar, işlerin sıkı yürüdüğü diğer ofisleri küçümsemeye başlar. Kâğıt mı, en iyisinden olacaktır zira iş insanıdır artık, peynirlerini satacağı Hornstra’nın gözünü boyamaktan ziyade kendi gözünü boyamaktadır o sıra. Yirmi ton peyniri belli bir süre içinde satması gerekir ama nasıl satacağına dair hiçbir fikri yoktur, peynirin tadının güzel olduğunu bilir de Hollanda ve civarında ne kadar peynir tüketildiğini bilmez, abisinin bir iki itelemesi dışında satış motivasyonu da yoktur. Kısacası sözleşmeyi imzaladığı an şapa oturmuştur ama başaracaktır, eşinin yardımlarıyla hemen işe koyulup perakendeci aramaya başlar. Tabii beğenmez başvuranları, kiminin osu, kiminin busu derken oradan ümidini keser, yine de satış evraklarını isteyen herkese gönderir. Evine ziyarete gelen iş arkadaşlarını biraz korkuyla karşılar, hasta olmadığı ortaya çıkmasın diye dalavereler, kâtiplik kariyerine dönmek aklının ucundan geçmez. Ne zaman geçmeye başlar, Hornstra’nın verdiği zaman bitmek üzereyken peynirleri depoya daha yeni yerleştirebilmiş, toplantıdakilere biraz, çevresine daha da az satabilmiştir, patlayacağını anlayınca yine tüccar kimliğine bürünür ve diğer işleri yüzünden peynirle uğraşamayacağını dile getirir. Üzülür iş yaptığı insanlar, devletin maliye politikalarından sorumlu üst düzey yetkilileriyle görüşmeye gittiği zaman yüzdeleri tekrar düzenletmiş, vergiyi düşürtüp peynircilerin daha fazla kazanmalarını sağlamıştır oysa, böyle nitelikli bir adamın sektörden elini ayağını çekmesi büyük kayıptır. Sözleşmesinde her an şutlanabileceğine dair maddeyi fark eden eşine göre ucuz kurtardılar kesin, evlerini kaybedebileceklerken kâtipliğe dönüş fena görünmüyor, sayısız ıvır zıvır evrakı hazırlamaya çalışan çocuklar da derin bir nefes alıyorlar, macera sonlanıyor. Laarmans saftirikliğiyle kasaba kurnazlığının ürünü, dibe battığını fark edemeyecek kadar saftirik, eşi fark ettirdiğinde en kolay biçimde kurtulmayı planlayacak kadar kurnaz, muhteşem bir avanak. Şu ölümsüz sözleriyle uğurluyorum kendisini: “Bazen onu, mutfakta ya da yukarıda, veyahut kilerde, çamaşır veya kova taşırken gördüğümde, böyle basit bir insan evladının Hornstra’yla yaptığım sözleşmedeki rahatsız edici maddeyi o kadar hızlı fark etmesinin ne kadar hayret verici olduğu aklıma geliyor.” (s. 73)
Cevap yaz