Buna okuması zor diyenler Bernhard okurken fenalıklar geçirmişlerdir muhtemelen. Şimdi bu sarmal, zikzak, atlamalı zıplamalı, zamanda gidip gelmeli, itip çekmeli, vurup kaçmalı anlatım tekniğinin, hatta genel olarak anlatım tekniklerinin hikâyeyle organik bir bağı varsa —bu “organik” meselesi de incelenmeli, doğal anlamına geliyor sanırım, yani anlatıcı çocuksa çocukların büyülü dünyasını, sentaksını, semantiğini, ıvır zıvırını görmek isteriz, herhalde böyle bir şey— tadından yenmiyor. Mesela senaryo formunu kullanarak bir öykü yazdınız ama o formu neden kullandınız, anlattığınız şeyle o formun ilgisi var mı, yoksa neden haiku yazmadınız da öykü yazdınız veya haiku formunda öykü yazmadınız, böyle sorular çıkıyor ortaya. Nguyen’i gözümde şahane bir yazar yapan şey tam olarak bu bahsettiğim şey, kendisi biçemi öyle bir kurmuş ki anlatım biçiminin sorgulanabileceği bir açık, boşluk yok. Anlatının giriftliğinden yakınıldığını gördüm, başta o yüzden yükseldim bir. Oysa zırcahil bir okur olarak anlamaya çalışmalıyız, başta hepimiz zırcahiliz ve ilk cümleden itibaren klasik anlatının kıyısına uğramayacağımızı anlıyoruz, başlangıç için yeterli. “Ben bir casusum, bir uyuyan ajan, bir hafiye, çifte yüzlü bir adamım. Belki tahmin de edileceği gibi aynı zamanda çifte akıllı bir adamım.” (s. 7) İyi. Olayı nedir? Yüzlerce sayfa sonra anlatıcının kişiliği, bilişsel yapısı ikiye bölünecek ama anlatılan zamanda henüz o noktaya varmadık, anlatıcı bu bölünmeden değil de çift taraflı ajanlığından bahsediyor ama yaşamının tehlikeli pratiklerinden ötürü bölünmeye çoktan hazır, günlerce işkenceye uğrayacak ve ikiye ayrılan bilincini bir arada tutmaya çalışacak. Çok ileri zıpladım ama şunu da söyleyeyim yeri gelmişken, ikiye bölünmeden sonra “ben” hemen “biz”e dönüşüyor ve anlatıcı birinci çoğul şahıs kipini kullanarak anlatmaya başlıyor, şahane. Dağıtmadan başa, anlatıcının “komutanım” dediği kişiyi bilmiyoruz, tecrit hücresinden haberimiz yok ve bebek yüzlü gardiyanı da uzunca bir süre görmeyeceğiz, belli ki bir sorgulama gerçekleşiyor ve anlatıcı savunmasını veriyor, dolayısıyla anlatının zamanıyla anlatılan zaman arasında aylar, belki de yıllar var. Hikâye yavaş yavaş açığa çıkarken mevzuyu da anlamaya başlıyoruz, Vietnam’a bodoslamadan giren Fransa çekilmiş, ardından ABD gelmiş ve güney cephesiyle ittifak kurup kuzeydeki Vietkong’u durdurmaya çalışmışlar ama komünist cephe galibiyete yakın. Güneylilerin son rahat günleri, anlatıcının rütbesinin “yüzbaşı” olduğunu öğrendikten sonra bağlı olduğu generalle de karşılaşacağız. “General” ve tayfası, ayrıca ülkede ABD’nin işine yarayabilecek ve kaçma sürecini “satın alabilecek” herkesin zamanı gelmiş artık, ülkelerini bırakıp gitmek zorundalar. Anlatıcıyla birlikte etrafındaki insanların uçağa binmeye çalıştığı sahnelerin bombasız versiyonunu kısa süre önce Afganistan’da izledik, yüreğe yük. Bombalar yağıyor, uçaklar havaya uçuyor, anlatıcının —bundan sonra “A”— kan kardeşi Bon’un çocuğu ve eşi öldürülüyor, nihayetinde iki dost ABD’ye varıyorlar, CIA ajanı Claude’un yardımları olmasa milislerce öldürülmeleri işten değil. A hakkında biraz daha bilgi: Man, Bon ve A çocukluk arkadaşları, birlikte okuyorlar ve birlikte dayak yiyorlar, Man Vietkong için çalışırken diğer ikisi ABD’nin yanında. Görünürde tabii, kuzeyde doğup güneyde büyüyen A sempatizanlıktan çok daha öteye geçmiş durumda, Man’a sürekli rapor gönderiyor ve General’den edindiği bilgileri aktarıyor. Babası Fransız bir rahip, annesi güzel bir kadın, kendisi piç. Bu piçliği yüzünden Vietnam’da sınıf atlamasının imkânı yok, komünizmin o topraklarda yayılmasını istemesinin altında yatan sebeplerden biri bu olabilir, olmayabilir, okurun kararı. A başarılı bir öğrenci, ABD’ye gidip en iyi üniversitelerde okuyor ve CIA ajanı olarak ülkesine dönüyor ama Man’ın Marx ve Lenin derslerini almış çoktan, kalbi kuzeydeyken aklı güneyde.
Kabaca üç bölüme ayırabiliriz anlatıyı, başta Vietnam’dan kaçış. İkinci bölüm ABD günleri. Guam’daki molada halk General’in yüzüne terlik, ayakkabı gibi eşyalar atarak neden kaçtığını, neden kalıp savaşmadığını soruyorlar, General tekrar ülkelerine dönmek için o an gitmeleri gerektiğini anlatıyor. Sonrasında gerçekten çabalıyor, Kongre’den destekçiler bulmaya çalışıyor, elde ettiği maddi kaynaklarla direniş ordusunu kurmaya başlıyor yavaş yavaş, ABD’ye iltica eden Vietnamlıları iyi bir asker olmaları için eğitiyor. Bir yandan da aralarında bir köstebek olduğunu düşünüyor çünkü bilgiler gidiyor karşı tarafa, A’nın gönderdiği raporlardan haberi yok tabii. Önce Binbaşı’yı öldürüyorlar, adamın suçu boğazına düşkün olması gibi gözüküyor. Düşmana ihtiyaç varsa en iticinin birinciliği kaçınılmaz. Bon ve A’nın ikinci hedefi A’nın arkadaşı diyeceğimiz bir başkası, Bon’un kurşunlarıyla ölecek ve sonrasında A zorlukla kazandığı tazminatın bir kısmını öldürülen adamın eşine verecek. Bu tazminat meselesi de ilginç, Nguyen on numara yedirmiş mevzuyu. Bir gün Vietnam’la ilgili bir film çekmek isteyen ünlü bir yönetmenle tanıştırılıyor A, bakıyor ki senaryo Vietnam’ın gerçeklerini tam olarak yansıtmıyor, üstelik Vietnamlılar sadece öldürülen veya kurtarılan figüranlar olarak yer bulmuş filmde. Hemen el atıyor, yönetmene doğruları anlatmaya çalışıyor ama yönetmen sinirlenerek kovuyor bizimkini. Bir süre sonra senaryoyu birlikte düzeltmek için çağırıyor A’yı, filmi birlikte çekmek için Filipinler’e gidiyorlar. Bir patlama sonucu A hastanelik oluyor, yüklüce bir tazminat koparıyor ama bakıyor ki jenerikte adı yok, yönetmen intikamını A’nın adını filmden silerek almış. Bombanın patlaması da o yönetmenin işi belki, A gerçek kimliğinin ortaya çıkmasından çok korktuğu için kendini daha iyi gizlemesi gerektiğini düşünüyor. İletişim kurduğu profesörlerle, General’le, elit tayfayla muhabbet ederken tansiyon yükseliyor ama ele vermiyor tabii kendini, aldığı eğitimin yardımıyla profesyonel bir köstebeğe çevirmiş kendini. Kimlik karmaşaları yaşıyor tabii, ülkesinin durumundan ötürü acı çekiyor, mülteciliğin, vatansızlığın ıstırabı geri dönene kadar sürecek. Man’ın geri dönmemesi yönündeki uyarıyı dinlemiyor ve General’in nihayet harekete geçmeye karar vermesiyle Bon’u da yanına alarak Laos’a gidiyor, sınırdan geçip isyanı başlatacaklar. Bütün bu süreçler, Vietnam’dan Laos’a kadarki aralık A’nın çocukluk anılarından işkenceye uğrayan insanlara şahit olmasını da içeren bir dalga gibi anlatılıyor, devinimler farklı zamanlara ait anıları canlandırıyor, bir silahın namlusu A’ya gençliğindeki bir hadiseyi hatırlatıyor, oradan casusluk eğitiminin detaylarına geçiyoruz fakat esas çizgiyi hiç yitirmiyoruz, A kendisine verilen görevi yerine getirerek o güne dek yaşadığı her şeyi, yaşamını anlatıyor. Görev dedim ama sınırdan geçip yakalanana kadar tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz, kampta öğreneceğiz.
Ayaklanacak birliğe katılmak üzere yola çıkan tayfa yakalanıyor, A tek başına bir hücreye kapatılıyor ve komutanın isteğiyle bir itirafname hazırlıyor. O güne kadar ne yaptı, devrim uğruna nasıl savaştı, her şeyi yazıyor. Okuduklarımız A’nın raporlarından ibaret aslında, aynı form Ernst Von Salomon’un Soruşturma‘sında da var. Raporların bittiği noktadan anlatım birazcık değişir, değişmelidir çünkü A tecrit süresini bitirir, komutanı yazdıklarını beğenmez, onca sayfada herhangi bir pişmanlık veya devrim yanlılığı yoktur. Vietnam’ın devrimci sanatçılarından çok Bob Dylan ve diğer country sanatçılarının adı geçer, Amerikalı yazarları da anmıştır A, o halde beyni Batı tarafından yıkanmıştır. Temizliğe ihtiyaç var, A’yı işkenceye alıyorlar ve uyumamasını sağlıyorlar. O sırada Man ortaya çıkıyor ve dostunun hayatını kurtarmak için onca işkenceye izin vermek zorunda kaldığını anlatıyor. A unuttuğu değerleri hatırlamak zorunda, özgürlükten daha önemli olan şeyi de bulmalı ama uykusuzluk ve acının zihnini temizlemesi lazım önce. Bu bölüm müthiş bir gerçekçilikle anlatılmış, işkencedeki bir insanın deneyimlerini aktarabilmek için pek çok kaynağı taramış Nguyen zaten. Sonuçta A zihnini temizler temizlemez serbest bırakılıyor, eski halinden geriye pek bir şey kalmayan Bon’la birlikte salınıyorlar ve yeni rejimin yol açtığı acıları düşünüyorlar. Çin’deki yolsuzluk ve şiddet ortamının aynısı aslında, özgürlükler parayla alınıp satılıyor, mevkiler de. İnsanlar ortadan kayboluyorlar, komünist rejim en kısık muhalif sesi bile susturuyor. Necip Mahfuz’un anlattığı bir dönemin Mısır’ıyla müthiş benzerlikler var, gerçi despotik rejimlerin tamamıyla benzer hadiseler işte.
İncelenecek çok şey var, okurun ellerinden öper. Şiddetle tavsiye ederim, görüldüğü yerde okunsun. On numara roman. Ödüllü mödüllü.
Cevap yaz