Öyle gerçekten, Günyol’un değinmediği bir şey varsa unuttuğundandır. MEB’in yayımladığı bir ders kitabını eleştiriyor, satır hesabına göre para aldığı için lüzumsuz ne kadar bilgi varsa kitaba dolduran müellifi gömüyor arada, dil meselelerinin içinde bu yazı. Anlatım biçimlerini ele alıyor bir yazıda, Falih Rıfkı Atay’dan alıntı yapıyor: “‘Biz, üslup diye bu üçünü bildik. Muallim Naci sadesine, Recaizade müzeyyenine, Abdülhak Hamit de âlisine meraklıydı.’” (s. 55) Günyol’a göre zamanının yazarları ve şairleri dilin sadesine, yalınına gönül vermişler, amaç düz yoldan okura ulaşmak. Tartışılır, yazı 1981’de yazıldığına göre çok kısıtlı bir alanı değerlendiriyor Günyol, sırf Hulki Aktunç’un metinleri bile bu yargıyı boşa çıkarır. Nâzım Hikmet’ten, Dağlarca’dan bahsediyor Günyol, yazıya daha yakın zamanlarda ortaya çıkmış sanatçıları hiç anmıyor ki andığı şairlerin zamanında bile müzeyyen dille yazan yazarlara rastlamak mümkündü. Neyse, Attilâ İlhan’ın son zamanlarda tekrar değinilen eleştirilerine karşılık veriyor Günyol. “Gerçekçilik Savaşı”nda İlhan’dan alıntıladığı görüş: tek parti diktasının yeşerttiği Garip ve köy enstitüsü romantizminden doğan köy gerçekçiliği edebiyatımızı silme doldurmuştur. İlhan’ı tutmuyor Günyol, Orhan Veli’nin cebinin delik olduğunu, akımın tek parti dönemine kafa tuttuğunu söylüyor ve ekliyor, İlhan iyi bir şair ve romancı olsa da düşün yaşamına ve politikaya kaçan yazılarında orijinallik adına şaşırtıcı savlara kendini kaptırıp olmayacak yollara sapıyormuş. Bu da tartışılır da satranç meselesi tartışılmaz, Günyol’un da olmayacak yollara saptığı var: “Oldum olası sevmedim, sevmiyorum bu oyunu. Satrançta amaç ne? Karşısındaki adamı mat etmek, değil mi? Ama ne pahasına? İki saat üç saat süren bir satranç oyunu bana dünyanın en can sıkıcı uğraşı gibi görünmektedir. Neymiş efendim, yarım saat düşüneceksin bir piyonu öne sürmeden önce. Amaç ne? Karşıdakini faka bastırıp mat etmek! Yani yenmek, hiçe indirmek. Olacak şey değil.” (s. 77) Konunun edebiyat ödüllerinden satranca nasıl geldiğini anlamak kolay da bağlam tutmuyor, bunun dışında Günyol’un düşüncelerini değerlendirip zaman kaybetmemeli. 1981’in Türkiye’sinde bir “ödül ishali” olduğunu söylüyor Günyol, on dokuz ödülden kaçının nitelikli eserlere verildiğini sorguluyor. Bildiğimiz şeyler, bilmediğimizse Fransa’da verilen bir ödül. On sekiz eleştirmen bir araya gelerek çeşitli nedenlerle meşhur ödüllerin radarına girmeyen, giremeyen metinleri incelemeye başlıyorlar, en özgür ve başkaldırıcı metni seçiyorlar. Böyle bir şey olmuş zamanında, benzerini bir süredir düşünüyorum ama buralarda mümkün değil sanırım. Aforoz edilmekten ve linçten korkulur, zor. Oruç Aruoba’nın bir çevirisinin eleştirildiği yazıyla ilk bölümü bitirip ikinciye geçeceğim, Günyol’un anıları ilgi çekici. İşte, Batı’nın bilimine duçar olmuş pek çok genç aydın yeterince özümseyemedikleri bilgileri yetersiz bir dille aktarmaya çalışıyorlarmış, bazı durumlarda çok zavallı kalıyormuş bu. Aruoba’nın bir çevirisinden alıntıladığı bölümleri eleştiriyor Günyol, mevzulara çok uzak olmasa da pek bir şey anlamadığını söylüyor. Aruoba hemen karşılık veriyor, düşün ürünlerinin sıradan okurlarca anlaşılabilir olmasını istemenin düzeysizliği, yüzeysizliği istemek anlamına geldiğini söylüyor, bu kez Günyol sazı eline alıyor ve felsefenin anlaşılabilir bir dille yapılabileceğini belirtiyor. Yetkin bir arkadaşına Habermas’ın ilgili bölümlerini çevirtmiş, o çevirinin bir parçasıyla Aruoba’nın çevirdiği kısmı karşılaştırıyor, gerçekten de Aruoba’nın çevirisi kötü. Akşit Göktürk genç aydınların kullandığı Türkçeyi yargılarken çivi yutmuş gibi olduğunu söylemiş, bunu da yapıştırıyor Günyol yazısına. 1980’in edebiyat olaylarını anlattığı yazı da hoş, edebiyatın her alanında verimli bir yıl olmuş ama dergilerin niteliği pek düşmüş: “Varlık dergisi, bitmiş tükenmiş atılımının düzeyi altında, Somut dergisi renksizliğin doğrultusunda, Türkiye Yazıları, varla yok arasında bocalayıp durmakta.” (s. 146)
Anılar. Münevver Andaç’a kaçacağını söylemediğini iddia etmişler, doğru değilmiş, söylemiş Nâzım Hikmet. Şu ilginç: “Nâzım’ın yurtdışına kaçışının ilk tepkisi, çok saydığımız, namusuna dürüstlüğüne yüzde yüz inandığımız Yaşar Nabi’nin Varlık dergisinde gösterdi kendisini, Faik Baysal’ın bir yergi şiirinde. Sonra, sağcı yayınlar aldılar ele konuyu, ver yansın ettiler, Batı dünyasında, yüzümüzü ağartan, Türk’ün onurunu, benliğini, varlığını yücelten bu yüce şaire yüklendiler, vatan haini, yurt düşmanı diye.” (s. 252) Şurada işin berisi anlatılıyor, küskünlüğün saçmalığının yanında Baysal’ın son söylediklerinden bir parça haklılık payı olabilir. Peride Celâl de kaçışın ardından çokça eleştirilmiş, Hikmet’in emanet ettiği şiirleri korkudan yakan o değilmiş oysa, onun da emanet ettiği bir arkadaşıymış. Emaneti emanet eleştirilir de doğru bilmek lazım olayları.
Sabahattin Eyuboğlu birkaç yazıda karşımıza çıkıyor, Günyol’la çok yakın arkadaş oldukları için çevirileri birlikte yapmışlar, birlikte yiyip içmişler, sonra birlikte hapse girmişler 1970’lerde. Eyuboğlu görece kısa bir süre hapiste kalsa da ruhu kırılmış bir yerde, çıktıktan sonra bir çeviri haricinde edebiyatla hiçbir şekilde uğraşmamış. “Adıvar’lar” yazısı uzun, birlikte yıllar geçirdiği Adnan Adıvar ve Halide Edip Adıvar’ı anlatıyor Günyol. Bir iki anısına değinmeliyim, Peyami Safa bir zaman Türkiye Yazarlar Birliği’ni kurmaya kalkmış, Halide Edip Adıvar’ı da üye olması için ikna etmiş. Bir gün Adnan Adıvar geliyor, Günyol’a durumdan bahsediyor ve eşinin üye olmaması için ellerinden ne geliyorsa yapmalarını istiyor. Uğraşıyorlar, Halide Edip baskı altına alınamayacağını söyleyerek isyan ediyor da sonrasında vazgeçiyor üye olmaktan. Dedikoduya kaçıyor bazı şeyler, örneğin Halide Edip Adıvar küfür kâfir saydıran biriymiş, evinde çalışan kadını ve çocuklarını sinkaflarla kovmaya kalkmış evinden, zor durdurmuşlar.
Cahit Sıtkı Tarancı’yla tey 1922’de arkadaş olmuş Günyol, Diyarbakır Lisesi’nin ilkokul kısmındayken. “Bir Cuma; musluk başında aptes alırken, çelimsiz, yüzünde çıban izleri yumuşak bakışla bir çocuk geldi yanıma. Bir kaynaşma, bir konuşmadan anlaşma havasında dirsek dirseğe girdik mescide. Bu çocuk Cahit Sıtkı’ydı.” (s. 304) Yıllar geçiyor sonra, 1935’lerde bir gün Beşiktaş’taki evin kapısı çalıyor, Yıldız’daki Siyasal Bilgiler Okulu’nda okuyan Cahit Sıtkı geliyor, dostluk sürüyor böylece. Gerçi tahsilini bitiremiyor Cahit Sıtkı, dersler zor gelince bırakıyor, şiirle boğuşuyor zaten. Paris’te Oktay Rifat’ın da bulunduğu bir ortamda karşı karşıya geliyorlar sonra, bir ömürlük dostluk yani. “Paris’teyken de, bir gece geç saatlerde kendini kaybetmiş, Saint-Germain kavşağında, polisin hoşgörülü kahkahaları karşısında, şeyini çıkarıp uluorta, elâlemin önünde sidik torbasını boşaltmış asfaltın üzerine. Ertesi sabah kendine geldiğinde, büyük bir utanç duygusuyla sarsılıp, yalvarmış eşine dostuna, ne olursunuz, Vedat duymasın, diye. Öylesine bir saygıyla bağlıydık birbirimize.” (s. 307) Cahit Sıtkı’nın şiirlerinde yer alan ilk aşkı da Günyol’un kız kardeşiymiş meğer, Günyol bunu dostu öldükten sonra öğrenmiş. Tuhaf, askerde de aynı bölüğe düşüyorlar, Cahit Sıtkı cumartesi geceleri kışlaya dönmeyip içiyormuş, bölükteki dört çavuştan biri olan Günyol’dan kendisini idare etmesini istiyormuş. Bir gün komutanı tatlı sert tehdit etmiş Günyol’u, bölük mevcudunun tamam olmadığını biliyormuş. Günyol arkadaşına yalvarmış, bir daha dışarıda gecelememesini istemiş ama Cahit Sıtkı hep dışarıda. Gerçi Günyol’un epey çalkantılı yaşamını Cahit Sıtkı’nın yardımları durultmuş biraz, gücü yettiğince. İlhan Tarus, Orhan Veli ve daha pek çok sanatçıya dair anılar, hikâyeler, bir de portreler var, hoş.
Günyol’un kitaplarının yakın zamanda tekrar basılacağını sanmam, sahaflardan topladığımca okuyorum. Bulan alsın.
Cevap yaz