Demirtaş Ceyhun – Yirminci Yüzyıl ve Edebiyat

Ceyhun’un patküt yorumları Lukács üzerinden toplumsalcılığa varıyor da seyir esnasında 20. yüzyılın büyük yazarlarını yolun dışına atıyor. Tartışmalı mevzu. Kapitalizmin kucağındaki seyyaremizin gerçeklik yitiminden mustarip olduğu sabittir, somut ilişkiler kolayca anlaşılamayacak bir hale gelmiştir, sanat insanca anlamdan yoksundur Ernst Fischer’e göre, Ceyhun bu çıkarımları sanatın yapısal değişimden bir hal olmasına, bir akımın batıp bir yenisinin doğmasına bağlar, malum çöküntünün sonucudur bu. Yeni Roman, Oulipo bu çöküşün sonucudur, akımlar yeni biçimler ve anlamlar kazandırmaya çalışır, edebiyatı şöyle bir silkeler de yazarın görmek istediği toplumculuk yoktur bunlarda, üstelik somutluğun parçalanması bağlamında da eleştirilebilirler, Ceyhun girmiyor bunlara. Lukács’a göre Stalin’in de edebiyatın cortlamasında etkisi var, toplumcu gerçekçi edebiyat Stalin’in bağnaz tutumu yüzünden niteliksizleşmiş. Jdanov’un edebiyatı tüzükleştirmesinden sonra önü alınamadı güdümlü edebiyatın, Ceyhun ideolojik deliliğin uç bir örneğini edebiyata bakışı da göstersin diye ekliyor, Çarlık Rusya’sından kalma demiryollarının burjuva işi olduğunu, alayını söküp yerine proleter demiryolları yapılması önerilmiş. Bu pek de alakalı olmayan örnekleri sıralayan Ceyhun, Şolohov ve Ehrenburg’un adlarını anarak yine de çöküşün sürdüğünü belirtiyor. Savaşlar, “büyük kentleşmeler”, nicel büyümenin hızlanması insanı şöyle bir çalkalamış, dümeni elden kaçırtmış, ayakları kaydırmıştır, bireycilik ayyuka çıkarken yabancılaşma kayyuma dönmüştür falan. Dünyanın dehşetini derinden yaşayan sanatçılardan Kazancakis eski uygarlıklardaki derin, yaratıcı gücün tekrar ortaya çıkması için “yaşama gerekli olandan çok fazla ilerleyen” insan durup bir düşünmelidir, Unamuno’ya göre de yeni bir Ortaçağ lazımdır dünyaya, eskinin sakinliği, belki karanlığı çünkü yeni karanlık insanlığın şirazesini kaydırmıştır. Açıkçası tam bir kıyamet habercisi gibi konuşuyor Ceyhun, oysa dünya neyse o, bildiği yönde dönmeye devam etti. Şunu almalıyım, Ceyhun’un söylediklerinin özeti: “Gerçekten, temelde hemen hemen birbirinin aynı bu akımların içinde, yapay da olsa bir hareketliliğin varlığı yadsınamaz. Bu hareketlilik kuşkusuz, diyalektik bütünlükle ilişkisi olmayan, düzensiz bir karmaşadır. Galiba, bu yeni görüşlerin ürünü olan yenilikçi (avangarde) sanat akımlarının, geçici kısa süreler için de olsa, küçük burjuva çevrelerce bir ilericilikmiş gibi benimsenmesi, bu aldatıcı (yapay) hareketliliklerinden ileri gelmektedir. Örneğin, bizde de, 1950-1965 yılları arasında, devrimci (ilerici) ressamların Kübizm, Fütürizm vb. gibi idealist sanat akımlarını kolayca benimseyivermeleri; devrimci tiyatrocularımızın Samuel Beckett, Eugene Ionesco vb. ile yan yana Gorki, Brecht oynamakta bir sakınca görmemeleri; devrimci ilerici edebiyatçılarımızın Dadaizm, Letrizm gibi akımlardan esinlenip ‘İkinci Yeni Şiir’ akımını yaratmaları; öykü ve romanımızın Egzistansiyalizm ve Sürrealizmin etkisiyle bireysel bunalım ve aylak adam edebiyatı haline dönüşmesi de, bizce bu akımların içindeki yapay hareketliliğin bir ilericilikmiş gibi sanılmasından olsa gerek.” (s. 28) Kavramlara da yanaşır Ceyhun, “tüketim toplumu”nun toplumu sırf tüketmeye yönelttiğini, üreticiliği unutturmaya çalıştığını iddia eder, matrak deyip geçiyorum. İdealist düşüncenin, evrensel bunalımın sınıfsal özünü bireysel bir olgu olarak değerlendirip yenik düşmesiyse tartışmaya değer yine. Bu sürecin sonunda kapitalizm iyice zıvanadan çıkarak sanatı da bozmuş, Batı’da “zorbalık romanları” peyda olmuştur. “Vurdulu kırdılı Mafia”, CIA romanları, “sapık seks edebiyatı”, “science fiction’lar” her türlü ahlaksızlığın, sapıklığın, fezadır uzaylıdır her türlü musibetin insanlığı belirleyici karakterler olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır, bunun yanında müthiş duygusal anlatılar insanın derinlerindeki o mutluluk veya mutsuzluk kumkumalarını eşelemekten başka hiçbir şey yapmamaktadır, “Cengiz Aytmatov’un taşkın duygululuğu” bu duygu şelalelerini beslemiştir mesela. Bütün bunların belirlenip bir anlamda bertaraf edilmesi için bir “edebiyatbilim”e ihtiyaç duyulduğunu söyler Ceyhun, Fethi Naci’nin bu kavrama karşı çıkışını eleştirerek Naci’nin iddia ettiği gibi bilimle toplumcu gerçekçi edebiyat arasında bir amaç farklılığı olmadığını, ikisinin de gerçekliği bütünlük içinde kavrama yolları olduğunu belirtir. Yeterince uzaktan bakarak her şeyi her şeye benzetebilir Ceyhun, edebiyatın da olgularla uğraştığını, nesnel gerçekliği ortaya koyabileceğini ekler. Fikirlerini eleştiren Füsun “Altıok”‘a da çıkışıyor ama başka bir mevzu var burada, anlaşıldığı kadarıyla Akatlı, Ceyhun’un “bu işten anlayanlarca edebiyattan sayılmayan” romanlarını edebiyat-bilim çorbasına katarak “edebiyat olarak tescil ettirmeye” çalışıyor. Ceyhun’un niyeti edebiyatı müstakil bir yapı olarak gösterebilmek, herhangi bir düşünce sistemi veya siyasayla alakalı olmayan bir sanat dalı olarak edebiyat.

Edebiyatbilim bahsinden çıkıyorum, Ceyhun’un kavramları çekmeye çalıştığı alan çok kısır, o dönem pek de bir ses getirmemiş bu çaba. Büyük ölçekli yazılardan ilki “Edebiyatın Mızrakçılığı”, Orhan Kemal’in ölmeden beş on gün önce Ceyhun’a rastlayıp söylediğinin aşağı yukarısı: “Yiğenim, öylesine delikanlıyım, on sekizinde gibiyim. Biz yazarlar yaşlandıkça değerleniyoruz, şarap gibiyiz. Zamanında kapılarını günler boyu aşındırdıklarım şimdi benden kitap üzerine kitap istiyorlar, benim kapımı aşındırıyorlar artık.” İnsanoğlu sabırsız, mızrakçılar bir an önce büyük rollere geçmek istiyorlar, yazarlar çok tanınıp ne yapmak istiyorlar bilmiyorum, çok tanınmanın bir faydası var sanırım, neyse, Ceyhun 1955’lerde Yeditepe‘de yayımladığı ilk yazısını Ataç’a sövgülerle doldurmuş bir güzel, “aman farkıma varsın” diye düşünmüş. Yıllar geçmiş, genç bir yazar Ceyhun’u eleştirmiş bu kez, “günlük olaylardan felsefe kırıntısı üretmeye çalışıyor” demiş de Ceyhun kendine duyduğu şefkati niye bu yazara da duymayıp defin işlemlerini yürütüyor, ilginç. Safsataya başvuruyor gerçi ya, tamam. Çekecekmiş bu yazarı, “Gel hele arkadaş, yaklaş, biraz konuşalım, matematik bilir misin, romanın soyut aritmetiğinden çakar mısın, geometriden anlar mısın?” diyecekmiş. İronisiz söylüyorum, Ceyhun edebiyatımızın en ilginç figürlerinden biri, bildiklerinin iki katı kadar safsata üreten başka bir yazar bilmiyorum. “Galiba, kişinin aklına eseni aklına estiği zaman yapıvermesini özgürlük sanmışız, doğru. Hele hele CHP’nin tek parti iktidarı döneminde, sadece bir takım avare edebiyatın (ya da magazin edebiyatın) dilimize aktarılmasına izin verilmesi sanırım bu sağlıksız gelişmeyi daha da hızlandırmış. Panait Istrati’nin lumpen edebiyatının bize ettiği kötülüğü, galiba hiçbir güç edemez. Ne acıdır, uzun yıllar koca Gorki’yi bile bir luımpen edebiyat temsilcisi sayıp alkışlamışız.” (s. 75)

“Romanımız Üstüne” adlı yazısında devrimci romanlarımızdaki tuhaf karakterleri yeriyor Ceyhun, toplumumuzu hep hırtlardan, hödüklerden, kara cahillerden, sapıklardan, geri zekâlılardan ibaretmiş gibi gösteren yazarları gömüyor. İlkeli, lumpeni anlatmak yaygın bir biçimde gerçekçilik ve devrimcilik sayılmış da gerçeklik bu değilmiş, gelecek kuşaklar toplumumuzu gecekondularda oturan birtakım öküzlerden ibaretmiş gibi görmemeliymiş. Ne olmalıymış, roman devrimlere altlık olmalı, alt sınıfta yer alan bireylerin mücadelelerine odaklanmalıymış, Ceyhun’un iddialarını böyle yorumlamak mümkün. “Romanı Bilmek”le bitireyim, Ceyhun’un anılarını anlattığı bölüm okurun elinden öper. Evet, romanı roman okuyarak bilebiliriz, kuram okuyarak da biliriz ama didaktik bilgiden ziyade estetik bilgi gereklidir çünkü roman estetiğin meselesidir. Haliyle iyi romanlar okumalı ve roman görgümüzü fişeklemeliyiz ama o da nesi, sermaye ve ideoloji bu alana da el atarak fişeklerimizi ıslatıyor. Varlık Yayınları’nın 1952’de bastığı Gün Ortasında Karanlık adlı eserin yarısı yokmuş mesela, çevirmen doğrudan doğruya vakayla ilgili olmayan bölümleri atarak metni yarıya indirmiş. Hakkı Süha Gezgin’in haltı biliniyor, “Karamazofların” Fransızcadaki üç tercümesini de ayrı ayrı gözden geçirmiş Gezgin, üç tercüme de farklı farklı olduğuna göre kendisi de esas metni tahrif edebilirmiş çevirirken, o hakkı görmüş kendinde. Birkaç sayfayı da bilerek ve isteyerek atlamış çünkü “kendi kalemiyle milletine sövdürmek elinden gelmemiş”. Romanın neliğini tartışmamız gerektiğini söylüyor Ceyhun, gerçek romana ancak o zaman ulaşabilir, böyle gudubetlerle karşılaşmazmışız.

Öylesiyle böylesiyle kıymetli bir yazar Ceyhun, bu metni okurken çok yerde itiraz ettim ama keyifliydi.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!