Doğamızın İyilik Melekleri‘nde Stalin döneminde yaşanan bir olay var, olduğu gibi alıyorum: “Soljenitsin Moskova’da Stalin’e övgülerle biten bir parti konferansını anlatıyor. Herkes ayağa kalkıp çılgınca alkışlamaya başlıyor, üç dakika, dört dakika, beş dakika ve kimse alkışı ilk kesen olmak istemiyor. On bir dakika boyunca avuçlar patlarcasına alkıştan sonra, sonunda platformdakilerden bir fabrika müdürü yerine oturuyor ve nihayet rahatlayan bütün salon onu izliyor. Ertesi gün bu müdür tutuklanıyor ve on yıl kalacağı çalışma kampına gönderiliyor.” (s. 621) Stalin’in en yakınındakileri bile korkudan titrettiği pek çok kaynakta anlatılıyor, gülüp muhabbet ettiği birini ertesi gün düzmece mahkemelerde yargılatıp kurşuna dizdiriyor veya çalışma kamplarına gönderiyor örneğin, dehşet verici bir dönem. Şalamov 1929’da Lenin’e dair bir metnin basım işleriyle uğraştığı için hapsediliyor, üç yıllığına çalışma kamplarına gönderiliyor. Henüz yirmi iki yaşında Şalamov, üniversite öğrencisi. Üç yılın sonunda serbest bırakılıyor, 1937’de tekrar hapsediliyor, Kolıma’da beş yıl. Savaş sırasında cezası iki yıl uzatılıyor, sonra İvan Bunin nam bir Rus yazarı büyük bir yazar olarak nitelediği için on yıl daha. Toplamda on yedi yılı Kolıma’da geçiyor, öykülerindeki bir karaktere göre diğer ülkelerin kamplarından çok daha kötü oradaki şartlar, hapishaneler zaten cennet gibi geliyor mahkumlara. Şalamov’la alıntıdaki fabrika müdürünün karşılaşma ihtimali var, kamplarda insan olmanın asgari nitelikleri kaybolduğu için derin ilişkiler kurulamıyor, temel ihtiyaçların karşılanması konusunda işbirliğine gidilebiliyor ama bunun dışında bir yakınlık o şartlarda mümkün değil. Müdürle bakışmışlardır belki, müdür orada ölmediyse. Soğuk ve açlık direnci hemen kırıyor, yine bir öyküde karşımıza çıkan dirençli, sebatlı bir adamın kısa bir süre sonra serserilerin topuklarını kaşıyacak hale geldiğini görüyoruz. Hiyerarşi eylemler üzerine kurulu, topuk kaşımak ve yatağı ısıtmak iki örnek eylem. Zaman geçirmeye yaramayan bilginin hiçbir kıymeti yok, nice akademisyen kamplarda yaşama veda ediyor. Kurmaca bilenler el üstünde tutuluyor, Don Kişot‘u anlatan bir mahkuma kimse elini süremiyor, kampın ağır abilerinin koruması anlatılacak hikâye olduğu müddetçe sürüyor, Şehrazat’ın çalışma kamplarına düştüğünü hayal edin. Cezası biten Şalamov sağlık görevlisi olarak iki yıl daha çalışıyor, tabii daha iyi şartlarda. Topladığı hikâyelerin çoğunu kamptan kurtulduktan yıllar sonra yazıyor Şalamov, hayattayken beş şiir kitabının yanında öykülerinin de kendi ülkesinde basıldığını göremiyor. 1966’da ABD’ye götürülen öyküler on yıllık süreçte parça parça basılıyor, 1978’de Londra’da Kiril harfleriyle basılan bir versiyon gizlice dağıtılıyor Rusya’da, Şalamov’un adı başına bir iş gelmesin diye verilmiyor. Nihayet 1989’da kendi insanları tarafından özgürce okunuyor Şalamov, “yeryüzü cehennemi”ni anlattığı öyküler çalışma kamplarının korkunç ortamını gözler önüne seriyor. Birçok sitede denk geldim, Soljenitsin’le Şalamov arasındaki farkları temelde birinin öfke dolu, diğerinin oldukça gerçekçi bir üslupla yazması ve yaşananları tarafsızca anlatma isteği olarak değerlendiriyorlar. Genel bir değerlendirme yapamam, Soljenitsin’in bütün metinlerini okumadım, okuduğum kadarıyla Şalamov’un daha vurucu, korkuyu okurun zihninde canlandırıcı bir biçim ortaya çıkardığını söyleyebilirim. Birkaç öyküde Dostoyevski’nin bahsi de biraz serzenişle geçince şuraya da baktım azıcık, ilk alıntıda Dostoyevski’yi açıktan iğneliyor Şalamov, iki yazarın hapsedildiği dünyalar birbirine benzese de Şalamov bu tür hapishaneleri, çalışma kamplarını bütün gerçekliğiyle yansıtmadığı için Dostoyevski’yi alenen ve dolaylı olarak taşlıyor. Behçet Çelik’in şu yazısı da oldukça bilgilendirici. Temel farkları da belirtmek lazım, Dostoyevski çalışma kampında dört yıl kalıyor ve onun zamanında çalışma koşullarının daha iyice olduğu anlaşılıyor, Şalamov’sa on yedi yılını günde yüzlerce taşı kırarak ve altın madenlerinde ciğerini tüketerek, üstelik koğuşlarda türlü tehlikeyi ve hastalığı atlatarak geçiriyor. Bir öykünün son paragrafının başı şöyle: “Bu nedenle açık havanın meziyetlerini ve hapishanede boş oturmaya kıyasla kürek cezasında çalışmanın üstünlüklerini savunan Dostoyevski’yle polemiğe girmenin hiçbir anlamı yoktur. Dostoyevski’nin zamanı başka türlüydü, o zamanın kürek cezası henüz burada anlatılanların boyutuna erişememişti.” (s. 133) Şalamov’un zamanında korkunç bir açlık da var üstelik, her gün açlıktan ölen sayısız mahkum gönderilen paketleri -eğer ulaşırsa- gelir gelmez yiyeceğe çevirmek zorunda, paketler adi suçlularca hemen çalınıyor veya zorla alınıyor çünkü. Günlük tayının çiğnenmemesi, ağızda erimesi ve çorbaya katık edilmesi besinden en yüksek verimi almanın yollarının acı bir şekilde bulunduğunu gösteriyor bir yandan, kampa yeni düşen birinin insanların yemek yeme biçimlerini sorguladığı zaman açlıkla ilgili hiçbir şey bilmediği anlaşılıyor hemen. İskorbütü engelleyici bir sağlık yöntemi olarak, yanlış hatırlamıyorsam sedir dikenlerinin kaynatılıp içilmesi açlığı bir nebze olsun bastırır diye düşünülebilirse de berbat tattan şikayet ediyor mahkumlar, karışımı içmeyenlere yemek verilmediği için zorla içiyorlar ve yemeğin tadını alamıyorlar sonra, üstelik sonraları anlaşılıyor ki bu tekniğin hiçbir bilimsel dayanağı yok, boşu boşuna işkence çekmiş onca insan, sanki başka hiçbir dertleri yokmuş gibi. Savaş zamanı üstelik, yiyecekler kısıtlı, taşınması gereken yüzlerce kiloluk ağaç gövdeleri de cabası. Karaçama öfke duymamak elde değil, sanki mahkumlara zorluk çıkarmak için orada, taygayla stepin birleştiği noktadaki ormanlarda ağaçlar kesilip kampa taşındığı sırada güçsüzlükten yığılıp kalıyor insanlar, ölüyorlar. Bir öyküde dendiği gibi insanlar kemikten başka hiçbir şeyleri kalmayana kadar çalıştırılıyorlar, insanların gözlerine açlığın yol açtığı delilik parıltıları yerleşiyor. Koğuşta bir anlığına ortaya çıkardığı yiyeceği ensesine sert bir darbe indirilmesiyle çaldıran karakterler üzülmüyor, hayatta kalabilmek için başka çareler düşünmeye başlıyorlar hemen. Yaşamak, daha doğrusu hayatta kalmak herkesin tek uğraşı.
Öykülerde Mandelştam ve Platonov da anılıyor, şairin ölümü katı gerçekliği bozmuyor, zaten bir öyküde dendiği gibi şiirin orada işi yok, şiir o insanlık dışı ortamda hiçbir işe yaramıyor. Şalamov’un öykülerdeki anlatıcıları pek değişmese de birkaç anlatıcıdan bahsedebiliriz, biri şiirin işe yaramadığını söylerken başka bir öyküde bir diğer anlatıcı şiiri güzelliyor. Platonovlu öyküde hikâye anlatıcısı Platonov’u itip kakan adam hemen oracıkta uyarıldıktan sonra Platonov’a yanaşıp özür diliyor, vurduğunu Platonov’un kollayıcısına söylememesini rica ediyor. Bir anma biçimi bu, Şalamov saygılarını sunuyor öykülerde.
Öykülerin yapısı genellikle belli bir örüntüyü izliyor, başta bir karakterin tasviri, yaptığı iş, ortamın özellikleri anlatılıyor, ardından gelen bilgilendirici bölümde ya karakterin geçmişini, kampa nasıl düştüğünü ya da mekânın, örneğin karaçam ormanının uyandırdığı duyguları, düşünceleri yer alıyor, bazen ikisi birden. Tekrar karaktere odaklanıyoruz ve finalde başa bir şey geliyor mutlaka, olumlu veya olumsuz ama kesinlikle hayret uyandırıcı. Aylar boyunca kaçış planı yapan ve yanındaki askerlerle birlikte kirişi kıran subayın anlatıldığı öykü böyle bir yapıya sahip. Adam eski askerlerden birkaç kişiyi ayarlıyor, uygun zamanın gelmesini bekliyor ve ilginçtir, kaçma teklifini reddeden hiç kimse ispiyonlamıyor adamı. Günü gelince birkaç askeri indiriyorlar, plan tıkır tıkır işlerken kaçırdıkları bir kamyonun benzininin olmadığını anlıyorlar, tek bir tökezleme bütün planı mahvediyor, kamplara dönmek istemedikleri için yayan kaçıyorlar. Subay tek başına kalıyor, gerçeklerle planların uyuşmadığını anlayınca gülüyor ve silahını çıkarıyor. Arada o toprakların özelliklerini, kaçakların geçmişlerinden parçaları görüyoruz, böylece dramatik sonun etkisi artırılmış da oluyor, iyi teknik yani.
Müthiş öyküler, çeviri de pek başarılı. Jaguar güzelliği.
Cevap yaz