Uğur Kökden – Yazının Yedi Rengi

Görev bilinciyle yazdıkları bir yana, Kökden’in gazete yazıları da denemelerini andırıyor: ani sıçramalarla, mesela Yaşar Kemal’in anlattığı dağlar mı konu, romanın iki ana damarından (insan damarı, doğa damarı) Hemite’ye, köyden Çukurova’nın sıcağına, erguvanlardan on dört yeşili bildiğini söyleyen köylü, arka arkaya sıralanıyor, sonra köyü görmenin heyecanı, hani anlatılan onca insanın gerçekten yaşadığını düşünecek insan neredeyse, öyle ki o koskoca dağları görüp de şaşıran biri var, “Şuncacık dağlar mı Yaşar Kemal’in dağları?” diye mırıldanıyor, aynı hisse kapılan yabancı bir kadın hayretini dile getiriyor: “Bir yazarın çıktığı yerle ulaştığı nokta arasındaki mesafe göz önüne alındığında, olağanüstü bir sonuç!” Heykeli tam yerine koyuyorlar, Yaşar Kemal’in çocuk gözleriyle gördüğü devleri elbet göremiyorlar ama heykelin duruşunda, doğaya bakışında bir davet var, ancak okuyan görebilir. Bir bölümü alıntılayacağım, sonu üfürme, Kökden’in üslubuna örnek olsun: “Böyle başlayacak herhalde, çağdaş Hemite masalı. Gerçekten heykel, karşı dağdan getirilmiş birkaç iri ham taş kütleye onların arasından fırladı fırlayacak gibi duran genç bir insanın oluşturduğu karma bir bütün. Eski bir Yunan ya da Roma atletini andıran bu genç varlık, sanılır ki, az sonra sonsuza dek sürecek bir koşuya başlayacak. Yaşam da bir yarış, çünkü, bir savaşım! Tıpkı yazarın fırtınalı, o inanılmaz yaşam öyküsü gibi.” (s. 32) Yaşar Kemal’in metinlerini bir de mekânın uyandırdığı duyguyla okumak, yeni katman. “Yazın ve Yaşam”ın konusu buna yakın, yaşamöyküleriyle kurmaca metinler arasında kurulabilecek koşutlukları bulmak için anlatılar kaleme almak bir yazar için hoşluktur sanıyorum, Attilâ İlhan’ın var, King’in var, daha da kimlerin var böyle metinleri, meraklı okur için aydınlatıcıdır ama kurmacayı cortlatabilir diğer yandan, okur için keyfe keder. Metnin tek başına okunmasıyla anahtarın bulunamayabileceğini söylüyor Kökden, yazar anahtardan bahsetmediği için sorun yok ama anlıyorum Kökden’i de, yani Dublin’i bilmeden Joyce okunsa ne olacak, okunmuş olacak, eksik gedik bir kenarda durabilir. Yaprak‘ın Oktay Rifat’ın tek göz evinde duvarları rengârenk kıldığını anılardan biliyoruz, kimin anılarında olduğunu bilmiyoruz çünkü unuttum, Soupault 1949’da Ankara’ya geldiğinde dergi ekibiyle buluşuyor, birkaç şair daha var evde, Garip’in gittiği yolu beğendiğini söylüyor Soupault. Dergi -dergi, “dermek”ten geliyor herhalde, tamam- arkalı önlü tek sayfa, Sabahattin Eyuboğlu, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Nusret Hızır, Cahit Sıtkı Tarancı, Fethi Giray, Cahit Irgat, Cevdet Kudret ve Metin Eloğlu’nun metinleri var, Cahit Külebi ve Necati Cumalı da görünüyor ara sıra. Mahmut Dikerdem anılarında dergi fikrinin 1948’de doğduğunu söylüyor, elbet bir arkadaş toplantısında, “aydınların kafasındaki bir tepki organı kimliğiyle”. Yahya Kemal’in Garip ekibini yemeğe çağırması bu derginin çıkışıyla, Karpiç’te yiyip muhabbet ederlerken -bu arada Kökden’e göre Yahya Kemal seviyor bu genç şairleri, ben tam tersini düşünüyorum Orhan Veli’nin bir iki tersosuna dayanarak- her toplaşmada kendi şiirlerinden okunmasını ister Yahya Kemal, kendi okur, sonra Oktay Rifat “Yalancı Dolma” nam şiirini okuyunca öksürük krizine girer Yahya Kemal, kibarca def etmektedir masada oturanları. Dergi ömrünce yaşar, memleket gerçeklerinden haberdar ediyor diye Memduh Şevket Esendal’ın öykülerini önermişliği vardır, zamanını ileriye taşıyıp kapanır. Çevre ne olursa olsun, köy, kent, sırf bunlar da değil, bulutların sarardığı akşam yenen kete, aganın attığı tokat, ne varsa sanatçının kurgularına sızan ögeler halinde ortaya çıkıyor, yayılıyor, yayımlanıyor, Kökden bu evrimi izlemeyi sevdiği için bazı yazılarının konusu bu olgu etrafında biçimleniyor. Ahmet Haşim’le ilgili kısacık yazısı mesela, Haşim kimileri savaşla ilgili şiirler yazarken kendisinin Çanakkale’de topçu ihtiyat zabiti olarak görev aldığını belirtiyor, hani direnişi seslendirmek değil de direniş olmak, gölleri ve servileri anlatmanın sakinliğiyle teselli bulmak olası. Peyami Safa’ya göre herkeste Haşim’in bir parça tesiri var, başkaları da anlatmıştı ama onun kadar durgunu, hüzünlüsü var mıydı, kıyasa gelmezse de o saatleri bir Haşim anlatmıştır. “Tuhaf rastlantı, Nâzım Hikmet’le Ahmet Haşim’in yalnız ölüm günleri birbirini izlemiyor; bundan daha önemlisi ve ilginci, iki şairin de ayakta ölmesi. Bir yazgı, bir rastlantı mı? Yoksa zorunlu bir benzerlik mi? Gerçi hastalığı nedeniyle, Haşim yatakta yatıyordu. Ama, sağlam ve duyarlı yüreği üreyle ağırlaşan kanına yenik düşmeden önce son bir öfkeyle, bir tepkisel davranışla ayağa kalktı. Bu ölçü dışı isyan, yazık ki, ertelenmiş ölümü erken getirdi.” (s. 46) Yine üfürme var ama şairin son anlarından biri işte, bir de kim anlatıyordu diyeceğim, bu “kim anlatıyordu”lar çoğaldıkça iyi ki yazıyorum diyorum, sitedeki yazılardan birinde var kimin anlattığı, Haşim de Yahya Kemal gibi yemeyi çok sevdiğinden bir tencere dolma yemiş de fenalaşmış, o son kalkışına kadar yatmak zorunda kalmış. Başka ne olmuş âlemde, 1994’te ekonominin cortlamasıyla alınan kararlar gereği yeni kitap, dergi ve süreli yayınların basımı durdurulmuş, dış ülkelerde gerçekleştirilen kültürel  etkinliklere katılım da kısıtlanmış, kısacası yine kültürden, sanattan, spordan kesilmiş ne kesilecekse, tasarruf tedbirlerinin ilk vurduğu yer bu sanat sepet işleri oluyor. Memleketteki kültür sanat etkinlikleri malum, dut şenliklerine dandik sanatçılar gider, kiraz bayramlarında tırışkadan etkinlikler düzenlenir. Tiyatro kulübü kurmak isteyen öğrencilere halk oyunları kulübüyle mukabele etmişti lisemdeki müdür, bu çoraklıkta yine iyi çıkıyor onca iş, lanet edip peşini bırakanların yanında deli gibi görünüyorlar tutkulu insanlar. Eksiklere değiniyor Kökden, biri: “Batı’da, kuşe kâğıda özenli biçimde basılmış, renkli sanat albümleri dizisinin varlığını biliyoruz. Bir Rönesans ustasının, bir İzlenimci’nin ya da modernlerden bir ressamın bellibaşlı on on iki resmini, yaşamı/sanatı ve sözkonusu ürünleri hakkında üç beş yapraklık açıklamalı bilgiyi bu kitapçıklarda bulmak olası. Kimi kez, bir sanatçının birkaç albümü bile bu dizilerde yer almakta.” (s. 54) Bizde kültür demokratikleşmemiştir de ansiklopedileşmiştir, o da satışı artırmak için. 12 Eylül’ün gadrine uğrayan pek çok yazar bu ansiklopediler sayesinde ekmeğini kazanmıştır, faydalıdır ama hızlı üretim kaliteyi düşürünce cortlak ansiklopediler türemiş, halk tek bir sayfasına bile bakmayacağı cilt cilt yığını evin en görünür yerine koymuştur. Emek sömürüsü yine söz konusu, diğer yanda fişlenenlerin maişet temini var, pek çok yerinden çekiştirilebilecek akımdır bu ansiklopedi dağıtmaca.

Son olarak Adam Öykü bahsindeki eleştiri kısmı: yayınevleri öykücüleri romancı yapmaya çalışırken kısa öyküyü unutturuyor, gazetelerden zaten kalkmış öyküler, dolayısıyla yeni bir öykü hareketine ihtiyaç var. Eleştirmen de yokmuş, onu da yetiştirmeli. Bu dergilerin “yazar mutfağı” olduğu söylenir, niyeti anlıyorum ama sava katılmıyorum, eleştirmenler için de bir mutfak kurma girişiminin örnekleri var, sürekliliği yok. “Kısa öyküyü eleştirel uğraş alanı haline getirmek” için öncelikle Memet Fuat’la Fethi Naci gibi küsmemek gerekiyor, yine iyi dayanmışlar ama yıllarca süren sessizliklerini tepkileri gereğinden çok çok fazla önemsemelerine bağlıyorum. Bağlamı oluşturuyorsun, temellendiriyorsun, oluyor, görmediğin bir yerden ötürü eleştiriliyorsun, hak veriyorsun, oluyor, sorunun ne olduğunu anlamadım, muhtemelen eleştirenle eleştirilen arasındaki sıkışıklıktan. Zamanın eleştirmenlerini göz önüne alırsak sanat dünyası küçük, yüz yüze gelecekler eleştirdikleri metinlerin yazarlarıyla, pes edene dek ne tartışmalar dönmüştür. Melih Cevdet’in Ataç’a attığı tekme var, eleştirmenlerin işi zor ama bir kendin için yaparsın zaten eleştiriyi, kendini bütünlemek için, görgünü derinleştirmek. Daha da, işte, denemeler, Kökden’in biraz havalı üslubu.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!