Temel Karataş – Yol Ağrısı

2004 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer bulunan bu öyküler, arka kapakta ne yazıyor, hayata ve yaşantılara dikkatle bakan Karataş’ın hoş öyküleri işçi hanlarından kamyoncu mekânlarına pek çok yerde işçilerin hallerine şöyle bir kafa uzatıyor. Farklı toplumsal katmanlardan insanlar varmış ama yok aslında, işçiler var. Bir de formül başlangıçlar, kısa paragraf. “Pazar gecesiydi.” “Soğuk bir kıştı.” “Eniştemin bacısından mektup gelmişti.” Ete kemiğe bürünen karakterler yerlerini yadırgamıyorlar, yadırgatmıyorlar? Ürperdim. Karataş bu karakterlerin hayata dahil, gerçek olduklarını söylüyor, yoktan bir karakter yaratmak değil de var olanı aktarmak mühimmiş, bunun için mantık değil de duygu süzgecinden geçiyormuş karakterler. Araç olarak dili kullanıyormuş Karataş, zorlamıyormuş, ânın duygusuna teslimmiş. Biraz daha ürperdim, açtım ilk öyküyü, Beko (Bekir) yatağında bağdaş kurmuş pazar gecesi. Ayı seyretmiyor, uzun zamandır ilk kez aya dair bilinmeyenlere dair nutuk atmıyor, Amerikalıların oraya gitmediklerini iddia etmiyor. Edecek bir bilgi birikimi de yok zaten, her zaman yaptığı şeyi yapmadığını göstermek için karakterin temeline daha yakın eylemler seçilebilirdi. Daracık odada üç yatak, sıva dökülmüş, sekiz kancalı askı, yeşile boyanmış plastikten kırık bir leğen, birazcık ısınınca su kaçırmaya başlayıp deliren çaydanlık, eşyalar, betimlemeler, sefaletin fotoğrafı, lüzum. “Tavana yakın kısımlardaki rutubetin neden olduğu yeşil lekeler, belki de bilinmeyen ülkelerin haritalarıydılar. Tavanı köşeden köşeye saran örümcek ağları da, o bilinmeyen ülkelerin üzerinde dolaşan, fırtına habercisi kara bulutlar…” (s. 11) Edebî atak geçirilmesi bir yana, bari meridyenler falan olsaydı o ağlar da yaşanacak felaketi öncelemesi açısından kara bulut olmalı tabii, kapkara bir gün yaşanıyor zira. Yasin’le Abbas gökyüzünü görmeyen yataklarında yatıyorlar, Beko bir çifte sarıyor, yakmaya çalışıyor, kibrit yanmayınca üç taneyi birden yakıyor, bütün bunları uzun uzun izliyoruz. Çok uzun. Argoyla dolu diyaloglar, dandik kalıplar, sıkıcı. Kısa kesmeli, Ustabaşı Mustufa’yla tokuşmuş Beko, adamın kafasına bir indirmiş, kaçmış gelmiş odaya. Sessizliği bundan. Arkadaşlarını da aldırıyor içeri, adamların ödü kopuyor ama suçlarının olmadığı anlaşılıyor, sabaha karşı geri dönüyorlar. Biri yerleşiyor Beko’nun yatağına, aya bakıyor. Bu. Ne dişe dokunur bir aksiyon, ne karakter derinliği, ne başka bir şey. Şu da iyi: Yasin olayı anlatmasını istiyor başlarda, diyaloğun o cıvık havasından bir anda haber dilinin kaskatı yüzeyine çakılıyoruz.

“Yol Ağrısı” eğlenceli, klişeleri takip edip şoförümüzün kederine tepik atabiliyoruz. Direksiyonu sımsıkı kavrıyor başta, ciğer dolusu besmele çekiyor ki “kaza bela yolundan ırak olsun”. Şaşırdım, ben gastronomik amaçlarla kullanıyorum ama bu işe de yarıyor demek ki besmele. Oğlu Erhan üç yaşını dolduracak, eşi kaç yaşını dolduracak bilmiyoruz, şoför -elbette- son bir sefere çıkıp evin taksitini mi ödeyecek, bir halta yarayacak o son işten alacağı para. İnsan gibi büyüyecek çocuk, ders çalışacak, büyük adam olacak elbet. Başta olmamış bu, kusuru karıda bilmiş şoför de kendindeymiş asıl, bir süre sonra merhaba Erhan, merhaba çocuk, yaşa. Falanlar, motor gücünü iki kez hissettiriyor altta, şoför canavarı besleyerek mutlu oluyor. Bolu Dağı’ndan aşağı iniyor kamyon, şoför mola veriyor, telefonla gelen havadis bütün umutlarını yıkıyor. Kâğıt eksikmiş, bir şey olmuş da iş yatmış. Geri dönüyor şoför, eve giriyor ki ne görsün, gergedan otluyor. Adamın teki, üstelik yüz hatları tanıdık. Erhan’ınki. Eyvah ya. Bu öykü de bu kadar, hızlı hızlı anlatılıp kafamızda patlatılıyor. Bu öykülerin yerine Yavuz Ekinci’nin ilk kitabındaki öyküler birinciliğe değer görülmüş de Ekinci’nin bu öykülerden mürekkep kitabı çıkmış sonuçlar açıklanmadan bir hafta önce, dolayısıyla sonuç bu.

“Yitik Tayfa”da hayatından geçen bir balıkçının kurtulma hikâyesi var, balık eşrafının yapıp ettikleri var, çiftliyi sarma ritüeli yine bu öyküde miydi hatırlamıyorum ama iki kâğıt alıyorlar, yalıyorlar, dişliyorlar, kesiyorlar, zıvanayı takıyorlar falan, teşekkür etmeliyiz ikinci kez anlatılan ideal sarma tarifi için. Bir yazarın Tayfa’yla ilgili şunları yazabileceği söylenmiş, neden yazarın onları söyleyebileceği söylenmiş bilmiyorum çünkü bir yazarın Tayfa’yla değil de başkasıyla ilgili söyleyebilecekleri zaten anlatıcı tarafından söylenmiş. Yani dışlaştırılacak bir şey yok, anlatıcı kendini ortaya attığı için şunlar için öyküden çıkmaya gerek yok: “Onun ölüm düşüncesiyle tanışması yeni değildi. Uzunca bir süredir hayatı sorguluyor, varmak istediği noktaya bir türlü varamıyor, onu mutlu kılacak, nefes aldıracak çıkarsamalar yapamıyordu.” (s. 27) Tırışkadan bir varoluşçu çıkıyor karşımıza, balıkçının yaşamla imtihanı en sonunda beline bağladığı taşla bitecekken kaptan görmüş bunu, çekip kurtarmış. Lazut bir karakter var, haçanlı maçanlı konuşuyor, mozaiği temsil ediyor. “Acının Tadı”nda anlatıcının aklına takılan bir tat var, bir anda diline yerleşiyor, kafa karıştırıyor. Anasına çocukken yediği şeyleri saydırıyor, yok. Arkadaşlarıyla takılıyor, yine yok. Aramaktan vazgeçiyor sonda, bulamazsa yaşamı cehenneme dönecek ama hiç de var olmamış olabilir. Olmuş da olabilir. Şekerli bir şeymiş dilindeki ama neymiş. Dili varmış. Tat da varmış ama işte, ne olduğu belli değil. Hep başka şeyler bulduruyormuş ama kendi yokmuş. Bulamamanın hikâyesi bu kadar düz olunca, çağrışımlara kapılmak laboratuvar ortamında gösterilince, meh. “Esmerminyon” mahallenin bıçkın abisinin taktığı fahişeyle ilgili, zamanında bunlar takılmışlar da biri bıçkınla takışınca mahpusluk yıllar sürmüş, adam dışarı çıkınca uzaktan uzağa izlemeye başlamış Esmerminyon’u. Şöyle bir sorun var, Karataş her karakterine racon kestiriyor, jargondan örnekler sunduruyor illa, karakter ışığın altına gelince üç beş yave sıkıp yine karanlığa çekiliyor, sazı anlatıcı alıyor, uslu uslu anlatıp dili tepetaklak edince, öff. “Sırık Necati” bir nevi Tabutta Rövaşata. En sevdiğim klişe var bu öyküde, tuhaf lakaplı karakterler. Kara Miço, Aga Ramiz filan. Tentakıl Mülayim, Jödönfan Fahir, Kırkbeşelli İsfahan. Aralarından biri ölmüş, esas oğlan arkasından ağlıyor, geç haberi olmuş. Müslüm’den şarkılar söylüyorlar, saçma sapan atışıyorlar, dert sahibi ediyorlar insanı. Bilmeyen bilmez, öyle insanların dünyası da bir bombastiktir: “Yazar denize bakar, Heybeli’den, Denizatı’ndan. Akşamdan hazır olanı iç cebinden çıkarır, derinden çeker, derine çeker. Ta Beşiktaş’a uzanır oradan. Bir bakışta… İmanı olmayan inanmaz ama, bu da Allah’ın takdiridir. Sual olunmaz.” (s. 41) Nereden nereye geldik, ayar da yediğimize göre kitabı kapayıp ağlayabiliriz ama imanımızı fullemek şart, öncelikle inanmalıyız anlatıcıya. Allah’ı soktu araya, böyle ilahî güçleri öyküye boca eden anlatıcılara bayılırım, son kozunu oynadığını düşünüp ciddiye almam artık ne anlatıyorsa. Bu öyküde yine terzisinden kenefçisine hayatın döner tekmesini yemiş karakterlerin söyleştiklerini görürüz, biri aşk için hayatın yakılıp yakılmayacağını beynimize kezzap döken hikmetiyle anlatır: “‘Yakılmayacağını bilir yakanlar; yakılacağını sanır yakmayanlar. Yine yakan yakmaya devam eder, bir olur, iki olur… Yangınların çetelesini kim tutar bu şehirde? Bir yürek yangını, kaça gider hayat yangınına karşı? Kaç kömür, kaç odun eder?’” (s. 43) “Ulan ne laf ettin be şerefsiz,” deyip kolonyayı kafama dikmişim o sıra, farkında değilim, ambulansla hastaneye kaldırdılar.

Toplumcu gerçekçi, hayatın içinden öyküler. Beni içine bir çekti, dilin bütün imkânlarıyla çıkabildim anca.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!