Tatsuo Hori – Rüzgâr Yükseliyor

Filmi izlemedim, metin üzerinden inceliyorum. Hori’nin Arthur Schnitzler’den etkilendiği söyleniyor biyografide, Ölmek‘le Rüzgâr Yükseliyor arasındaki bağı düşünüyorum, ölümle karşı karşıya gelen sevgililerin omuzlarındaki yükü. Schnitzler gıptanın kıskançlığa, en sonunda nefrete dönüşümünü pek iyi anlatır, yaşamaya devam edeni ölüme çekmeye çalışan hastanın psikolojisini yıkıcı eylemler olarak görünür kılar. Aşk, sevgi, onca güzellik kaybolmaya mahkumdur ayrılık yaklaştıkça, Felix yavaş yavaş zorbaya dönüşür, Marie’nin kendini can havliyle kurtarmaya çalışmasına şahit oluruz sonunda, sağlam gerilim. Aşırı yoruma yaklaşıyorum burada, Hori çatışmaya kadar gitmeyen huzursuzluğu kendi yaşamından yola çıkarak kuruyor zira nişanlısı Ayako Yano’yla tüberküloza yakalandıklarında bir sanatoryumda tedavi görüyorlar, nişanlısı hayatını kaybederken kendisi iyileşiyor, üç yıl sonra evleniyor, on sekiz yıl sonra hayatını kaybediyor. Romandaysa Setsuko’nun hastalığı söz konusu sadece, isimsiz anlatıcı üç evre halinde ele alıyor süreci, başlangıçta filmde de yer alan sahneler var zannediyorum. “O yaz günlerinde, her tarafında saz püskülleri bitmiş çayırın ortasında, sen yakta kendini kaptırmış resim çizerken, ben her zaman yanındaki bir huş ağacının gölgesinde uzanırdım. Öylece akşam olur; işini bitirip yanıma geldiğinde, kısa bir süre ellerimizi birbirimizin omzuna koyar, çok uzaklarda, bir tek kenarları kızıla çalan pamuksu, öbek öbek fırtına bulutlarıyla kaplı ufku izlerdik. Birazdan batmak üzre olan o ufuktan, sanki tam tersine bir şeyler doğmaktaymışçasına…” (s. 7) Çivit mavisi gökyüzü, günbatımlarının pembelikleri, bulutların kum taneleri gibi kayıp gitmesi, tablo sözcüklerle doldurulur da manzara öyle çıkar ortaya, hemen her bölümde karşılaştığımız bir uğraş. Valéry’nin dediği: “Rüzgâr yükseliyor, yaşamayı denemeliyiz.” İki üç güne babası gelecek Setsuko’nun, o kadar rahat olamayacaklar, otelde yalnız kalan anlatıcı âşık olduğu kadını resim yaparken izlediği yere gidip anılarına yaslanacak. Bir gün tekrar bir araya gelecekler, biliyor, doğayı öğrendiği ve doğanın bildiği gibi. “O uzak sıradağların görünüşlerini bir bir zihnime kazırcasına, tüm gücüm gözlerimde uzun uzun bakarken, şimdiye dek içimde gizlenmiş olan doğanın benim için değerini tam da şimdi nihayet açığa çıkardığım inancı, giderek daha açık bir biçimde bilincime yükselmeye başladı.” (s. 11) Uzunca bir zaman sonrasına atlıyoruz, anlatıcının duyarlılığı, yeni bilinç seviyesi her şeyi olağanlaştırmış, Setsuko’nun babasıyla konuştuğuna göre tabiatın verdiği güce inanıyor anlatıcı. Hüzünlü bir gelişme var gerçi, baba kızının daha iyi olduğunu söylüyor, bahar canlandıracak ama F Sanatoryum’a gitmek zorunda Setsuko, babası anlatıcıdan kızına eşlik etmesini isterken çekingen ama belki daha iyi olacak, anlatıcı dağlarla çevrili bir yerde daha iyi çalışabileceğini düşünüyor. Setsuko’yla konuştukları zaman karar veriliyor, gidecekler. Dağ köyüne değil, uzun zaman önce anlatıcının rüyasında birlikte yaşadıklarını gördüğü dağ kulübesi yine dursun yerinde, Setsuko iyileştiği zaman birlikte yaşayacaklar orada.

İkinci bölümde çatlaklar beliriyor yavaş yavaş, Setsuko sevgilisine onu öyle gördüğü için üzüldüğünü, anlatıcıysa sevdiği şeyin Setsuko’nun kırılganlığı olduğunu söylüyor. Bu aşamada dile getirilenler bölümün sonlarına doğru baştan irdelenecek, mesela dile getirilen mutlulukların mutluluk dahi olmadığını söyleyecek anlatıcı, paylaşılan hayallerin kendiliğinden doğmasıyla ayrılığın kesinleşmesinden sonra dile getirilmesi arasındaki duygusal sarsıntıdan kendi ayrılığını, hissizleşmesini gözlemleyecek. Yazmaya başladığı metni üzerinden. Üçüncü aşama da yazıya geçirilmesi bütün bunların, Setsuko okumak istediğini söylüyor sevgilisinin yazdıklarını da anlatıcının isteği yerine getirip getirmediğini bilemiyoruz. Durumu giderek kötüleşen sevgilisini üzmek istememesi anlaşılır, bunun yanında kendi uğraşına, tutkusuna odaklanmasının getirdiği suçluluk da hissediliyor alttan alta. Hızlı gittim, şununla başlıyor: “Yorgunluktan çok biraz heyecanlı gibi görünen yüzüne endişeyle baktım. Arada bir gözlerini açıyor, dalgın bakışlarla bana bakıyordu. Başlarda her defasında gözlerimizle gülümsüyorduk birbirimize, ama zamanla sadece endişeyle bakmaya başladık ve ikimiz de hemen gözlerimizi kaçırır olduk. Sonra tekrar gözlerini kapattı.” (s. 23) Sanatoryuma gidiyorlar daha, yoldalar, trenin camından Yatsugatake’nin sırtlarını izliyorlar ki aylar boyunca dağın biçimlediği manzarayı izleyecekler. Her mevsim farklı renkler düşüren ışığı her gün başka parlaklıkta görecek anlatıcı, değişen yakınlığı düşünecek, Setsuko’yla ilişkisini. Araya zort diye gireceğim ama Beşparmak’ı hatırladım, Girne Asker Hastanesi’nde yatarken -yeni hastane yapmışlar da eskisinden bahsediyorum ben, insana acayip eski binalarıyla hüzün basan yerden- gecenin köründe kalkıp bir sigara yakar, dağlara bakıp Sezin’i düşünürdüm. Güneşin doğması yakınken yamaçlara düşen ışıkların dengini bir de Uludağ’dan hatırlıyorum, yine sabaha karşı. Anlatıcının dağlardan duyduğu sesi anlattığını biliyorum, yankımayı değil de dağın kendi ezgisini, duymaya hazır olduğundan. Setsuko’nun röntgenine yansıyan hastalıklı bölgeyi gördükten, doktorla acı konuşmayı yaptıktan sonra. “Cazibesi olmayan bir tekdüzelik” artık o yaz günleri, ayırt edici yanları kaybolmuş, sıradanlık. Mutluluğun eksiksiz resmi o an çizilmişti, sırf anlatıcıdan doğmayan, Setsuko’nun varlığıyla palazlanan bir duyguydu o, artık yok. Tabiatın ancak ölmekte olan birinin gözlerinden gerçekten güzel olduğunu söylemiş anlatıcı, Setsuko hatırlattığında anlatıcı istemsizce yere çeviriyor gözlerini, birbirlerinin gözlerinden gördükleri rüya çoktan bitmiş, kendi rüyalarını görüyorlar. Ölümlere rastlıyorlar o sıra, 17 numaralı odada kalan hastanınki, intihar eden derken kendilerini anı olarak görmeye başlıyorlar. O sıra metnini yazmaya başlıyor işte anlatıcı, inkârdan yeterince uzaklaşınca. “Setsuko’dan çok uzakta olsam da hep onunla konuştum, anlattıklarına kulak verdim. Bizim hakkımızdaki bu hikâye, hayatın kendisi gibi sonsuz görünüyordu. Böyle böyle, hikâye, ben farkına varmadan, kendi gücüyle yaşamaya başladı, benden bağımsız serpildi, dilediği gibi. Bir yerde durmaya meyilli beni bile orada arkasında bırakıp, sanki kendisi böyle bir son istiyormuş gibi, hasta kadın kahramanın acıklı ölümünü yaratmaya başladı. Başına gelecekleri bile bile, giderek zayıflayan gücünün sonuna kadar neşeli ve asilce yaşamaya çalışan bir kız.” (s. 48)

Kışın bağrı açık, üç buçuk yıldan sonra gördüğü köy karlar altında, anlatıcı kulübe kiralayıp hayali tek başına gerçekleştirecek. Ya da hayal etmenin nasıl bir şey olduğunu hatırlamaya çalışacak artık. “Hemen ikinci kata da çıkıp baktım; yataktan sandalyeye ne var ne yoksa her şey iki kişilikti. Sanki sen ve benim için yapılmış gibi. Şimdi düşünüyorum da, gerçekten böyle bir dağ kulübesinde seninle yalnız yaşamayı, eski ben nasıl da hayal etmişti!” (s. 71) Bir nevi arınma gezisi, eski benliğinden sıyrılmak için anlatıcının yapacağı şey sessizliği dinlemek. Yazmak da var, bir yıl aradan sonra defterini ilk kez açtığını söylüyor, terk edilmiş gibi görünen kulübelerin etrafında dolanıp baharın anılarını soğukla temizliyor. Biraz bile belirmiyor artık Setsuko, o kadar yalnız kalmak dayanılmaz gelse de anlatıcı zorluyor kendini, yakınlardaki kiliseye bile gidiyor. Alman rahibin ne dediği anlaşılmıyor, anlatıcının konuşmaya niyeti yok, müthiş bir iletişimsizlik. Rilke’yle konuşuyor anlatıcı, sipariş ettiği Duino Ağıtları gelince veda ediyor sevdiğine, şiirlerle birlikte tutuyor yasını, baharın gelişini bekliyor. Kendi iyiliği için, dilediği gibi davranıyor anlatıcı, Setsuko’ya ihanet ettiğini düşünmüyor, sadece kaybolan aşkınlığın özlemini duyuyor. Rüzgâr yine yükseliyor ama rahatsız edici artık, vadinin o tarafı korunaklı, bu kez buna şükür. Verandada bir başına duruyor anlatıcı, rüzgârın söylediği bir şey olmayınca amaçsızca bakıyor. Dağlar daha yakın. En yakını.

Şahane anlatı, incelikler.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!