“Annem öldü. Çıktığım gün öğrendim bunu. Kaldırmak için bekletmişler. ‘Hep seni andı, son nefesine kadar…’ dediler.” (s. 7) Bundan sonrasında -öncesi yoktur, başlangıç- anlatıcının hapisten çıktıktan sonra haberi aldığı zamanı bekleyeceğiz. Anlatmayabilir, boşluğu gösterir. Anlatırsa duygusal tansiyona bağlı değişimi gösterebilir, göstermeyebilir. Dünyaya şöyle dam dışından bakmanın şaşkınlığı sürerken bir de bu yükle ne düşündüğünü, ne algıladığını anlatması bir yana, kaybın yarattığı farklı alımlama biçimlerini ifade edebilir. Şu da var, şahit olmuşçasına, duymuşçasına değil annenin ölümü. Uzaklardan deneyimlenebilir, o kadar ağır. Kaldırılacak bir de, dışarı çıkmanın coşkusu zaten silikken bir de dile gelmez acının bekleyişi. Sırayla gidelim, anlatıcıyı almaya babasıyla Amerikalı geliyor, bu “Amerikalı” lakap veya değil. Saat dokuz, damalı kravat ve beyaz gömlek tamam, müdürün yanına. Bir iki laf, odaya düşen gün ışığı, müdür gülümsemeye çalışıyor ama beceremiyor, biraz üzüntülü, anlatıcı hiçbir şey anlamıyor. Aşağıda kucaklaşıyorlar, baba yıkıldı yıkılacak, dudakları titriyor. Tahtanın üzerinde oturuyorlar biraz, herkesin bir şeye gücü yok: anlatıcının çıkmaya, babanın söylemeye, Amerikalının şahit olmaya. Kapıda da kalıyorlar bir süre, anlatıcı çıkamıyor, bismillah çekip yürümesini söylüyor baba. Gözlerini kapayıp yürüyor, adımlarını sayıyor, onuncuda sokağın kenarında. Hemen bir cıgara, deniz kıyısına yürüyüş. Evlerin önünde kız çocukları top oynuyorlar, mavili bir troleybüs geçiyor, şehir deviniyor. Dükkânlar yıkılmış, yerine bir şeyler dikecekler, şehri devindiriyorlar. Deniz pis, cıgaralar yakılıyor yine, annesinin öldüğünü öğreniyor anlatıcı. Söz biter bitmez ne değişti diye bakıyorum, bir şey sarsıldı elbet, anlatıcının eli mi titredi, gözü mü doldu, başı mı döndü, yine dünya hali. İçerideyken mi alıştı, ölümü mü bildi, dediğim gibi zaten yaşamış mıydı, sanmam, sadece bazı şeylerin olduğunu kabullendi sanıyorum. Kaç zaman yattığını, ne yüzden girdiğini bilmiyoruz, mahalleliyle birlikte eve doğru yürüyüşünden ötesini de bilmiyoruz, öykü orada sonlanıyor, sadece kısacık bir sürede gördüğünü, babasının çöküşünü, Amerikalının suskunlaştığını biliyoruz. Sanki varlığını ödünç vermiş de başkaları yaşıyormuş gibi, tepkiler tamamen kontrol edilemeyen akıştan. Şöyle de okunabilir, annesinin öldüğünü öğrenen sığır adam dağı taşı izlemeye devam eder, odunluğu sayesinde acı çekmez. Okumayalım böyle, ayakların yerden kesildiği bellidir, “Anneni kaybettik Hasan,” diyen babanın göremediğidir: “Birden sesler kesildi, hiçbir şey duymadım: Deniz yükseldi, kabardı, üzerime doğru yürüdü. Kulaklarımda yıldırımlı bir vınlama başladı. Dinmesini bekledim.” (s. 13) Hissizleşmiş mi, dışına mı yıkıyor çürüyen içini nedir, Hasan’ın görünmeyen derdi olanca heybetiyle çöker öyküye.
“Eski Babam” kısacık bir öyküde upuzun gidişin başlangıcı bu kez. Tarık Dursun K. belki biraz hoyrat, karakterlerinin kucağını kaybın yasını lök diye bırakıyor ama sonrasında avuntu bulduklarını da gösteriyor: hikâyeleşen yas. Örüntüye eklenebiliyor, havada kalan uyumsuz bir parça değil, yeri var. Öyle, yaşamımız bir çizgi olarak. Anlamlı tam. Yapabildiğimizce, hani oturmayanı da kenarından köşesinden yontarak kakmak gerekirse yapılacak, yontularda asıl korumamız gerekenin, olanların anlamını taşıyan zerrenin kalmadığını umarak. Kendini ıskalamak yoksa, ıska kendilik, yanlış bir dizgenin benlik olarak kabulü. Bu öykü bam güm başlıyor yine: “Babamı uzun boylu görmüşlüğüm yoktur. İyi adam mıydı, kötünün kötüsü müydü; pek bir şey diyemeyeceğim. Çocukluğunda herkes babasını delice sevmiştir. Ben de severdim babamı.” (s. 22) Maliye memuru babanın evdeki bir iki görüntüsünden sonra en uzun anı. Doga, Remzi ve anlatıcı diringa oynuyorlar, diringa herhalde misket tarzı bir şey. Oğlunun diringa oynamasını istemeyen baba bir miktar para veriyor oğluna, diringa almaması şartıyla. Gitmeden önce cebe sokuşturduğu paralarla bağımsızlığı satın almak, öyle bir şey. Birlikte denize baktıkları zaman İstanbul’u soruyor oğlan, güzel mi, insanları nasıl, babanın gözleri uzaklara dalıp orada her şeyin güzel olduğunu söylüyor. Birlikte giderler bir gün, bunu söylerken gözleri yine uzaklarda. Öpüyor son kez oğlunu, gidiyor. “Ardından bakakaldım. Koşar gibi bir kere olsun dönüp bakmadan Yapıcıoğlu yokuşunu hızlı hızlı indi. Namazgâh’a giden yolda, kıvrıldı. İçim ezik, küskün, hınçlı çocukların yanına döndüm.” (s. 28) Anlıyor, çocuk sezgisi. Hikâyeyi ne zaman anlatıyorsa artık, babasını bir daha görmediği malum. Nasıl bir şey, ben bunun ilkini hatırlamıyorum, ikincisinde, “Aramız buz mu, şimdi baba oğul olsak olmaz mı?” diye sormuştu, “Olur, niye olmasın,” demiştim. Kaç yaşındaydım, yirmilerin başı. Elif vardı o zaman, Çamlık’ta oturmuştuk, o sıra. Elif kalmadı, bilmem ne oldu. Babam kalmadı, felç olduğunu duydum en son. Kararımı değiştirdim, son kez görmek isterse giderim. Çamlık kalmadı, Marmaray’la her gün önünden geçiyorum, izbe. Denize girilen vaktine yetişemedim, çocukluğumda hemzemin geçitten sahile inip oraya yürümek eğlencemdi. Fotoğrafları var, banliyö treni kaldırılmadan önce çekmiştim. Yıllar geçiyor, Küçükyalı kalmıyor, yıkılacak her binanın fotoğraflarını çekiyorum. Biri benim fotoğraflarımı çeksin istiyorum çünkü kalmıyorum, geçiyorum.
“Lütfiye”yle birlikte toplumsal damar iyice görünür hale geliyor, Hacı’nın yediği haltı temizlemek için devletle yaptığı işbirliği sonraki öykülerde yer alanlarla birlikte köylünün, işçinin, halkın nasıl ezildiğini örnekliyor. Şurada konuşuyorlar işte, devlet yok, uzanamıyor, uzattığı da yozlaşıp ağalarla iş tutuyor. Lütfiye dört aylık hamile, kürtaj son derece tehlikeli ama Hacı allem kullem ikna ediyor doktoru, parayı bastı mı tamam. Önce Allah’tan korktuğunu söylüyor doktor, dama düşmekten çekiniyor, olmazlanıyor, Hacı yapıştırıyor: “‘Düşündüğüne bak, kimse dın diyemez. Kim neyin hesabını soracakmış? Allah sayılı mı veriyor ki hükümet sayıyla alsın! Sen o yanı da bana bırak. Savcı Nizamettin bey adamım, vali, hakeza.’” (s. 36) Sonrası Lütfiye’nin kara talihi işte, Hacı’nın her türlü emrinde, gidip aldırıyor bebeği. Soyunma safhası, soğuk zemine yatışı, yalnızlığı, çıplaklığı, sanki elinde avcunda ne varsa çöküyor devlet, en sonunda bedenine el koyuyor. Devlet ve sermaye. “Yabanın Adamları” tütün meselesi, Şerfali’nin tarlası iyi değil ama veriyor bir şeyler, atlatıyorlar kışı. Çocuk yok, eşi döl tutmuyor, Şerifali hocalara gidiyor, yine yok. Aile manzarası, köy manzarası, sonra esas meseleye geliyoruz: adamlar geliyorlar, tarlalara şöyle iyice bir bakıp gidiyorlar, şehirden gelecek kamyonlar için hazırlık. Zamanı gelince çoluk çocuk tarladalar, tütünler toplanıyor. Mahsulün kötülüğü dert, iyiliği ayrı dert, alıcılar fiyat kırıyorlar hemen, köylülerin iflahını kesiyorlar. Birbirlerine de kazık atıyorlar ayrıca, ikisinden biri haber vermeden ayrılıyor köyden, hemen diğerine koşturuyor, oysa kırmada ortaklar. Sömürünün önünü alacak bir çare yok, dayanışma yok, alıcılar hemen birlik oluyorlar da köylüler bir başlarına heder oluyorlar. “Biz İnsanız”da İbram Usta yıkılacak, el emeği işlerini gidip mağazaya satmaya kalktığında makine çok daha ucuza yaptığı için fiyat kırmaya çalışan patrona söyleyecek lafı yok. Yemek yemez, su içmez, gece gündüz yapar, doksana da, elliye de yapar, önünde kimse duramaz. İbram Usta da duramıyor, teklif edilen fiyatı kabul etse topu atacağını biliyor, en sonunda hesabı kesip fabrikanın önüne gidiyor. Makinenin sesi gürül gürül, sarsıntısı dağı taşı inletiyor, İbram Usta hınçlı.
Otobiyografik bence, şu alıntıyla bitiriyorum, “Memurum, Memursun, Memur,”dan: “Çekmecemi karıştırırken Muzaffer’in mektubunu buldum. Geleli kim bilir ne kadar olmuş. Elim erip bir karşılık yazamadım. Göreceğim de geldi. Hem ona, hem Edip’e. Kapalıçarşı yangınında, Edip’in dükkânı da yanmış. Edip şimdi bir Musevi ile ortak, Mahmutpaşa’ya çıkan kapının oralarda bir yerde, yeniden dükkân açmış.” (s. 77) Muzaffer dediği Buyrukçu olsa gerek, Edip’se Edip.
Cevap yaz