Sinemacılığı başka mevzu, Tarık Dursun K.’nın üretkenliği müthiş. Sait Faik’i iki kez kazandığını, Yunus Nadi’yi de kazandığını, hasılı mühim ödüller kazandığını görürüz, o yıllarda da ödüller kıyasıya tartışılır, birilerinin aldığı ödüller hunharca eleştirilirdi ama bilmem tartışılabilir mi Tarık Dursun K.’nın ödülü hak edip etmediği, elbet tartışılır da kefesi ağır basacaktır muhtemelen, Aşk Allahaısmarladık gibi istisnalar hariç çoğu kitabı iyidir çünkü, öykülerinden öğrenecek çok şey vardır ve şu cümleyi bitireyim artık. Küçük buluşların ustası diyeceğim K. için, konularından daha ilginçtir öyküsüne bulduğu taklalar. “Pide”de ilginçlerinden birkaç tane var, ayrıca kitaptaki en kapalı öykü bu olabilir çünkü nedir, neler oluyor ve ne zaman. Trendeler, şafağın kırmızısı görünüyor, karıncalar “çok ayaklarıyla” anlatıcının yüreğinde geziniyor. Heyecan demek bu. Trenle altı günde İstanbul’a gelmişler, ceplerinde kron var, demek ki Norveç civarından yola çıkmışlar ve şafağı, uzun günü özlemişler, orada şafağı aşamazmış gün, hep geceymiş veya günmüş. Yolculuk ilk adım, ikinci adımda İstanbul’dan bir buçuk günde varılan bir mesken var, arkadaşı Recep’le gelen anlatıcıyı yeğeni Kâzım karşılıyor, eve götürüyor hemen. Odada dinlenmece, orucun açılmasına daha var, uyuyabilirler çünkü gündüzler uzun ve sıcak, muhtemelen orucun denk geldiği bir önceki yaz. Elli yıl önce mi, kırk mı? Kışa denk geldiğinde kaç yaşında olurum, öncekinde ilkokula gidiyordum. Halley gibi bir şey bu da. “Merhaba Halley!” diyen çocuk. “Tekrar merhaba Halley!” diyen yaşlı. Sonraki karede Halley geçiyor ama kişi yok bu kez, belki de Halley’in bir parçası oldu. Neyse, ceplerinde bir dünya kron var, neyin nesi? Düşlerinde ölmüş anasını ve kardeşini görüyor anlatıcı, kendisini de görüyor, uzaklarda bir çocuk, birbirlerine gülüyorlar. Pideler geliyor sonra, iftarlık. Kâzım niyetli değil, o yüzden yediğini söylüyor. Kâzım’ın burnunun parladığını söylüyor anlatıcı, bunu niye eklemiş? Yağ bulaşmış belli ki, o yağı görelim diye. O parıltıyı da görürsek manzara biraz daha berraklaşacak, biçimlenecek. Küçük dokunuşların büyük etkileri. Bir şey daha, kapının önünden davulcu ve zurnacı geçiyor, para atacaklar. Sekize katlıyorlar, para havada dörde, ikiye açılıyor ve süzülerek davulcunun eline konuyor. K. basbayağı film çekiyor öykülerinde, ne başarılı bir kuruş. Öykü tuhaflaşıyor bir zaman sonra, rüya sekansını geçtik, anlatıcı uyanıyor ve birini görüyor, kim? Bir gözü Recep’e kayıyor, diğeri anlatıcının üzerinde, paraya mı yeşilleniyor? Sonra bir rüya sekansı daha, ölülerin resmi geçidi. Öykünün sonunda beyaz kıyafetli, beyaz şapkalı bir kadın yaklaşıyor anlatıcıya, duvarlar da bembeyaz. “Geçmiş olsun” temennisinden sonra bitiyor öykü, narkozun etkisindeki anlatıcının karmakarışık zihninde miydik? Kronların olduğu çantayı kilitliyorlar evde, Kâmil adilik yapıp öldürdü mü ikisini de? Benim anlayışım bu kadar, yoruma açık bir final.
K. tarihin mühim şahsiyetlerini kurmacalaştırıyor ara sıra, Chopin bu müstesna kişiliklerden biri. Tasvir önce, uzun ve narin parmaklar, kuyruklu bir kara ceket, salonda ışıl ışıl bir avize, güzel giyimli insanlar uçuşan parmakları izliyorlar. Radyo yeni gelmiş bir de, İzmir civarı sanırım, tütün kokuları yayılıyor kamyonlardan. Chopin’in bir eseri çalıyor radyoda, Chopin güzel kadınlara piyano çalıyor, geçiş bu yolla. İki arkadaşı siyasi sebeplerle hapsedilmiş Chopin’in, “Şopen” diye okunurmuş, anlatıcı uyarıyor, restorana giden Chopin’in yemek siparişi verdikten sonra önüne gelen çorbayı da açıklıyor, demek ki oraların adetiymiş yemekten önce çorba içmek. Böyle taklalardan bahsediyorum, araya dereye bir şeyler sıkıştırıyor K., hoştur ki kurguyu tökezletmiyor bu. George Sand olacak tabii öyküde, Alfred de Musset olacak, Chopin arkadaşlarına yardım etmeyecek bir yandan, ayıplanacak. Ömrü boyunca hastalıklarla boğuşmuştur Chopin, belki göze alamadı krallarla boğuşmayı. George Sand baktı da ne oldu, birinin yaşamı çağlarken diğeri içine kapanık, yüzü soluk, uyuşmazlığın çekiciliği. Mahvolacağımızı bile bile yaşarız ya, güzeldir o. Olmayacaktır, onmayacağızdır da bile bile. Görkemli bir yıkımı hissetmek için. Uğruna çabalanacak bir şey. Sonra diğer öykü başladı da sıyrıldım bunlardan, düz öykülerdeyiz artık, K.’nın kurup geri çekildiği, ilginç müdahaleleriyle renklendirmediği, diğerlerine nazaran biraz daha soluk öyküler. “Karıncalar” bir gecekondunun nasıl inşa edildiğini anlatır. Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları‘nda vardı, “Suvaz’un koyluğunden” çıkıp gelen esas oğlanın çatmaya çalıştığı evini gelip yıkarlar, yılmaz, tekrar yapmaya başlar. Benzer bir ortam var burada, bütün mahalleli konduyu geceden bitirmek için uğraşıyor, kimi erketeye yatıyor da polistir, bekçidir gelmesin diye dua ediyor, kimi harç karıyor, duvarlar, umut yükseliyor işte yavaş yavaş. Mahalleliyi tanıyoruz arada, muhtar dolanıyor ve gözcüleri denetliyor diyelim, şarapçı bir dayının sızıp kalmaması için adamı haşlıyor, çocukları tembihliyor, polisle bekçinin koşarak geldiğini görünce alarm vermek için koşturmaya başladığı sırada bitiyor öykü. Yıkarlarsa da tekrar yapacak bunlar, büyük şehre geldikten sonra geri göndermeyecekler kimseyi. “Mülakat” zehir acıdır, kitaptaki en hüzünlü öyküdür, can yakar. Anlatıcının mülakatta neden hikâye anlattığını bilmiyoruz tabii, bilmek de şart değil, olur öyle şeyler. Pennac’ın karakteri ödül töreninde kendisine ödül verenler dahil sanat dünyasındaki hemen herkesi gömer, Grossman’ın komedyeni sahneye çıkarak üç saatlik tiradını atar, seyircilerin kafasında şişe kırmamalarına anlam veremeyiz, olur böyle şeyler kurmacada. Nedir, adamımız bir sebepten hapse girmiştir de eşi terk etmiştir, çocuğunu aldırmıştır, bir başkasıyla evlenmiştir. Adam mutluluktan başka bir şey dilemez kadına, başına gelen talihsizlikleri anlatmaya başlar. Hapisten çıktıktan sonra memleketine dönmüştür, çocukluğunun kokularında kaygısız dünyayı tekrar bulmaya çalışmıştır da bulamamıştır, bir şeyler yok olmuştur, yaşamının altı üstüne gelince ne üstte ne başta hiçbir şey kalmamıştır, işe girseymiştir de görüşmeye gelmiştir. “Venedik Tatili”nin de bu öyküden aşağı kalır yanı yok gerçi, Kerim’le ismini bilmediğimiz kadının Venedik sohbetleriyle başlar öykü. Kerim Venedik’le ilgili hiçbir şey bilmez gerçi, kadın gezip gördüğü yerleri anlatır, Venedik’ten Bodrum’a gelince tanışmıştır Kerim’le. Yakınlaşırlar, Kerim evli olduğunu söylemeye gerek duymaz, kadın sormaz. Gitme zamanı gelince Kerim’in içinden bir şeyler kopar, başlangıçta mektuplaşırlar ama giderek seyrekleşir mektuplar, Kerim’in yangını büyür. Kadın gelmesini ister bir mektupta, Kerim gemileri yakıp yollara düşer, dilini bilmediği buz soğuk bir ülkeye gider. Bir iki Türk’e rastlamasa işi yaş, bambaşka bir dünyada barınamaz. Kadını bulur nihayet, aradığını bulamaz ama. Kadın pişmandır, Kerim’in gelmesinden rahatsız olur, kibarca anlatır durumu. Evlidir o da, bahsetmemiştir. Ayrı bir yıkım bu da, kadının Kerim’i gara bırakmasıyla biter öykü. K.’nın kuzey ülkeleriyle bir tanışıklığı var belli ki, buralarla kuzeyi bağlıyor birkaç öyküde. Daha uzak coğrafyalar da var, Güney Amerika’ya bile götürüyor okurunu K., masrafsız. İşini iyi yapan bir devlet başkanının iktidardan kibarca indirilmesinin hikâyesi. Darbecilerden gelen telefonla istifa eder, ofisinden çıkar ve direnen destekçilerine katılarak çatışmaya girer, görev yaptığı binadan çıkmamıştır daha. Kaç kurşun yediğini bilmez anlatıcı, sayamamıştır da ateş edenlerin küçük rütbeliler olduğunu seçebilmiştir, büyükler katliama şahit olmamak ve sevdikleri adamın ölümünü görmemek için vedalaşıp ayrılmışlardır çoktan.
Tarık Dursun K. da okunması gereken bir öykücü, artık hangi kitabına denk gelirseniz.
Cevap yaz