Yücel’in bu metnini de Vatandaş‘ın yanına, vasat metinler yığınına koymalı, daha nitelikli olabilecekken ziyan edildiği için biraz da öfkeyle. Kupkuru anlatımı, kupkuruluğunun vadettiği ironinin yokluğu, karakterlerin derme çatmalığı göze batan hikâye saçaklarından, biraz da iyi bir meselenin potansiyelini yeterince temellendirmemekten, İlyas’ın geçirdiği buhrandan ötürü yakın çekiminin gereğince yapılmamasından, ne bileyim, anlatmagösterciler kadar mesafe koymamasından ama o mesafenin soğukluğunu taklit etmesinden kaynaklanıyor. Yorucu, boğucu, kafayı kıran esas oğlanın takıntısına odaklanan bu anlatı bir ölü evinin tasviriyle başlar, kadınlarla erkeklerin ayılıp bayılmalarıyla açılır. Anlatıcı çökmüş yüzleri gördüğünü, Mustafa’nın delik deşik edileceğini duyduğunu söyler, metnin sonunda Mustafa’nın o kadar da büyük bir suç işlemediği yönünde fikrini belirtir de kimdir bu, biri olduğu bellidir ama kimliği belirsizdir, eğer biriyse yalnızlıktan üç saniyede on kilo domates yiyecek kıvama gelen İlyas’ın yaşamına o kadar yakından nasıl bakmıştır muamma. Bakmıştır yine de, Divitoğlu soyunun parlak günlerini de bilir, şimdi arka kapakta “korkunç bir yokluk ve baskı dönemi” denmiş İlyas’ın dönemi için, hani akla 1980 sonrasını getiren bir bilgi itelemesi resmen, metni politik bir zemine yerleştirip İlyas’ı sermayenin kurbanı gibi gösterecek sanki, öyle değil. Tam tersi hatta, İlyas’ın geldiği sülale hükümet içinde hükümet, hükümetten bile güçlü, kasabada bunlar ne isterse o oluyor, kaymakamı zaptiyesi kadısı bunların eline bakıyor, Osmanlı’nın kubbealtı ortamı kasabada oluşmuş. Başkalarının iyiliğini de düşünüyorlar bunlar, insan kanı akıtmamışlar, kötülük akıllarından bile geçmemiş, işleri güçleri iyilikmiş. Yoksulların yiyecek ihtiyacını karşılamışlar, vergilerini ödemişler, yine de tarlalar, bağlar bahçeler yüzyıllarca bunların elinde kalmış. Tutmayan şeyler çok bu hikâyede de neyse, zaman içinde bu zenginlik yok olmuş, konaklar monaklar satılmış, bir kuru baş kalmış bunlara. İlyas’ın dedesi Cumhuriyet’in ilk yargıtayında üyeymiş, öyle büyük adamlar çıkarmayalı da çok olmuş, kafası çalışan bir İlyas’ı gördükleri için üçü beşi bir araya getirip yollamışlar bu çocuğu hukuk okuması için. Okumuş da, anlatılan zamana göre bir yıl sonra bitirecek okulunu, ver elini yargıtay. Yine bir dalavere var sanki, kasabalılar elde avuçta ne varsa parlak çocuğun yargıtay üyesi olması için harcıyorlar da başka bir beklentileri yok, öyle mi? Emel çıkıyor da hayalleri yıkıyor neyse ki, İlyas’ın dengesini dank diye bozup çocuğu ortada sap gibi bırakınca İlyas bir yalpalıyor, can arkadaşı Murat’ın yaşlı bir tanıdığını dinleyince cortlatıyor aklını. Bu olaydan bir süre önce kasabadan bir mektup gelmiş, akrabaları kendisiyle ne kadar gurur duyduklarını söylüyorlar mektupta, iyi ama o baskıya yol açacak ne var acaba? Eleman zaten son yılında, Orhan nam hocası için bölümün en iyi öğrencisi, muhtemelen asistan olarak alınacak fakülteye, akademik anlamda pasparlak bir yurdum genci. Maddi sıkıntıları başlarda pek yok, ne zaman ki yemek yapmaya takıp hayvan gibi pahalı yemek kitaplarını almaya kalkıyor, patolojik vakaya dönüşüyor hemen. Zor şartlarda okuduğu inkar edilemez de Emel zurnanın zort dediği yerde değil, bir dünya sorunun üzerine gelip contayı da yaktırmıyor, e? Kadın ilişkiyi derinleştirmek istemediği için ayrılıyor adamdan, Murat’ın tanıdığı yemek bahsini azıcık uzatıyor da patlıyor nihayet İlyas. Olmadı tabii, son derece sıkıcı biri olduğunu bildiğimiz İlyas’tan böylesi bir performans evlere şenlik. “Yüzücü”yü hatırlıyorum, evlerinin havuzlarında yüzdüğü insanlara dair ufak tefek bilgileri hatırlayan adamın azıcık anımsamayla açtığı dipsiz çukurları biliyorum, sonra İlyas’ın kudurgusuna bakıyorum. Olmuyor yani. Ne yapıyor İlyas, yemeklerden bahseden adamı şamarlıyor bir güzel, sonra yemek yapmaya başlayacağını söylüyor. Nefis yemekler yapacak, yiyenler kıçlarına bir de şaplak atacaklar, öyle bir dünya. Hayatı zorlaştırmakta üstüne yok: “Çarşıya inmeyi, esnaflarla konuşmayı, ellerinde öteberi taşımayı küçüklük saymışlardı. İlyas onların torunuydu. Bu nedenle yüzü sapsarıydı, alışveriş etmiyor da bir şey çalıyordu sanki.” (s. 30) Kasabada zor bir yaşam sürdüren insanlar atalarının zenginliklerini ne ölçüde anımsayabilirler de yaşam pratiğini bu anımsamaya uydurup esnafla içli dışlı olmazlar, bu da tuhaf. İşte, İlyas yemek yapar, patatesleri halleder, eti bilmem ne eder, tatsız bir yemek yapma faslına maruz kalırız. Bu maruziyet çoğalacaktır, İlyas’ın bir diğer arkadaşı Selami’nin yemek yediği bölüm olsun, aşçımızın ev sahibiyle yaşadığı gereksiz uzun tartışmalar olsun can sıkar, hani İlyas’ın Raskolnikov’a dönüşebilme ihtimalinden bile teselli bulacak hale gelebilir okur. Çok alakasız ama şu ne mesela: “Hiç yoktan kızdı Murat’a acıdı birdenbire. Sonra buna kendisi de şaştırat’a.” (s. 44) Olduğu gibi aldım, belki metni yayıma hazırlayanın hatasıdır, bilemiyorum.
İlyas kira için gönderilen parayla Fransızca yemek kitapları alır. Gerçi parası başta yetmez, yerlerde yuvarlanıp parasızlığa lanet eder, o da nesi, memleketlilerinden biri çıkıp gelir de yüz papel atar çünkü yalan söyler İlyas, hayalinde Emel’le evlenmiştir, gerçeğinde de evlenmiştir sanki, düğün hediyesi olan o parayla kira parasını birleştirir, üstüne hukuk kitaplarını Selami’ye sattırıp kazık yer arkadaşından, o enfes tariflerin olduğu kaynakları rafına dizer. Başka bir hikâye bu, Murat’ın evinde verdiği partiye gittiği zaman kızlardan birine yanaşır, hangi yemekleri sevdiğini sorar, kız Fransızca bir yemek üfürür. Şaraplı horoz mu, tavuk mu, öyle bir şey, normalde pek akıllı ama o sıra akılsız İlyas kütüphaneye gitmeyi akıl edemez de dünya para harcar işte, aşçılıktaki ustalığını ilerletir. Bir ara hocası ziyaretine gelir, en parlak öğrencisinin gerçekten içler acısı bir halde olduğunu görünce and içer, oğlanı oradan çıkarmaya karar verir ama kurtulmaya hiç niyeti yoktur İlyas’ın, hocasına bir tane çakıverir. Murat da elinden geleni yapar, evindeki tencere tavayı İlyas’a verdiği için pişmandır zaten, hemen Emel’e ulaşır ve çocuğun daha fazla delirmemesi için kızdan oğlanla evlenmesini ister. Emel gider, İlyas’a evlenme teklif eder fakat çok geçtir artık, İlyas kızı kovmaktan beter eder. Yapacak bir şey yok, Murat’la Emel evlenmeye karar verirler? Hikâyede öyle dönüşler var ki hayrete şayan yani, çoğu şey hemen oluyor ama büyük bir ciddiyetle oluyor, insan şaşırıyor. Bitmedi, Selami hemen memleketi Adana’ya gidip akrabalarından sermaye toplamaya karar veriyor, böylece İlyas’ı kebapçı yapacak. Murat ve Emel en mutlu günlerinde İlyas’ı da çağırıyorlar, Murat’ın çiftliğine götürüyorlar. O sırada İlyas’ın memleketlisi evi basıyor, aralarında muazzam tırt bir konuşma, tartışma, sonra Mustafa kardeşimiz silahını çekip vuruyor İlyas’ı. Selami ne oldu, Orhan efendi şimşek gibi çakıp söndü mü, Emel aslında Summer mıydı da bir anda Murat’la evlenmek istediğine karar verdi, İlyas ne edip ne eyledi, gazozlu hindiyi sevdiğini söyleyen kızı neden o kadar önemsedi mesela, kahveye süt koyunca kahvenin adı neden değişti, niyə bələ uzundur bu yollar, Ted Chiang daha fazla yazmak için neyi beklemektedir, Dredg tekrar bir araya gelmeyecek midir, bütün şarkıları mükemmel olan albümler bütün şarkılarının mükemmel olmasından daha mükemmel midir, Küçükyalı ne zaman sular altında kalacaktır da adalara bakamayacaktır daha fazla, evet.
Cevap yaz