Filiz on dört yaşında, ailesi yoksul, mutsuzlar. Babası bir otelde çalışıyor, eşiyle arası iyi değil. Bir süre sonra arazi olacak adam, aileyi bir başına bırakacak. Filiz’e karşı ilgisiz değil ama baba-kız ilişkisinin biricik göstergeleri de yok, kızın mutsuzluğu bu yüzden çok. “Liseye başlayalı üç hafta olmuştu ama kendimi hâlâ hiçbir yerin ve hiçbir şeyin bir parçası olarak hissedemiyordum.” (s. 9) Bir yerin ve bir şeyin parçası olarak hissediyor yani, güzel. Filiz solak, uzun, diğerlerinden farklı. Yalnızlığına bir nevi ucubelik de katılıyor, zaten etrafındaki insanlar kaybolmaya teşne, hayat iyice dert. Rengin ve Engin’le takılırken arkadaşlarının ailesi zırt diye göçecek Antalya’dan, sonra Cengiz Abi ortadan kaybolarak Mine Abla’yı kırık hayalleriyle baş başa bırakacak. Romanın ikinci kısmında Almanya’nın soğuğunda Cengiz’i hatırlayacak Mine, tabii aradan kaç yıl geçmiş, Filiz büyümüş, Mine’nin ilk aşkını zar zor da olsa unutmasından feyz alacak biraz. Onun da Ali’si var çünkü, ansızın ortaya çıkıp sınıf arkadaşı olan, sonra ansızın ortadan kaybolan çocuk. 12 Eylül’ün gölgesinde insanlar korkuyla yaşıyorlar, Cengiz’in devrimciliği ve Ali’nin esrarengizliği birilerinin her an arazi olabileceğini gösteriyor, normal. Filiz gençliğinin sihrini taşıyor da Antalya’nın nostaljik ögelerine verdiği kadar yer veriyor mu buna, hayır, bir kere yetişkinliğin kart sesiyle anlatıyor, günlerin getirdiği küçük heyecanlardan kopalı çok mu olmuş nedir, kaskatı kalıpların takırtısı: “O öğleden sonra, üzerimde gecelikle, Mine Abla’nın dikiş makinesinin sesi, Hacı Teyze’nin mutfaktan gelen tıkırtıları ve açık camlardan içeri dolan Şarampol’ün uğultusu arasında okuduğum o ilk cümlenin; bana hem çok uzak hem de hemen yanı başımdaymışçasına yakın bir hayatın özeti gibi gelen o ilk cümlenin büyüsünü hep içimde taşıyacaktım: ‘İşçilerin yaşadığı dış mahallenin dumanı ve yağ kokusu içinde, fabrikanın düdüğü her gün böğürüp titreşirdi.’” (s. 25) Hem uzaklık hem yakınlık, işçilerin dertlerini pörtleten kitaplarıyla devrimci abi, etraftaki insanların uğraşları, o ânı hafızaya kazıyan cümle. Geçmişten çok şey bekliyorum, önce mesafeyi aşmaya çalışan, yorgunluktan tökezleyen, pik noktalarında ışıldayan bir dil, özlemin eğip büktüğü anlamlar, olursa tuhaflıklar, muğlaklık çünkü hatırlamanın bulanık suyundan iz. Yiğit’in anlatıcısında bunların hiçbiri yok, dört başı mamur bir kişisel tarih dökümü, bol klişeli. “Kim kimden kopya çekiyordu? Hayat mı kitaptan, kitap mı hayattan? İşte bu soruyu arıyordum.” (s. 27) Sorulardan hangisini, ayrıca sorular ortada, neyini arıyor acaba? Tekrarlar yine can sıkıcı, on dört yaşın ne yetişkinlik ne çocukluk anlamına gelmesi, okuldan eve, evden okula bir çember çizmesi Filiz’in, tamam, anladık bunları, mahallelinin hallerini de gördük, minibüsleri bildik, bilmem kaç adımda gidilen yollardan Antalya’nın indisini çıktısını gördük, bir de ismi verilmemiş ama Reşat Nuri’nin Gülsüm’lü kitabından parçaları seçtik, Kızılcık Dalları. Okul faslı başladığı zaman yeni insanlar girdi hikâyeye, çocukların sert hocaları yüzünden korkuya kapılmalarıyla korkmadık çünkü sesin tonunu hiç değiştirmedi anlatıcı, kötü anlatılmış okul anılarını boca etti sadece. Biliyoruz, hocalar sıra dayağına çeker, kulakları tebeşirle ezer, uzun uzun vermeye gerek var mıydı o tanıdık sahneyi? Ali’nin dersleri iyi değil, bu yüzden öğretmen Filiz’i fiştekliyor ki Ali’ye yardımı dokunsun, sonuçta Filiz’in matematiği o kadar iyi ki olimpiyatlara falan katılabilir iyi çalışırsa, neden olmasın, böylece gelecekte üniversite okuyacağı iyice belli olsun, Almanya’da kıyak bir işe girmesinin altı dolacak. İTÜ’de mühendislik okuyor Filiz, Antalya’da yabancı radyolardan ve kasetlerden dinlediği yabancı şarkılara tutulduğundan stüdyolarda çalışmaya başlıyor Almanya’ya gidince, gençliğini unutmamak için yaşadığı hemen her şeyi peşinde sürüklüyor yabancı memlekete. Dayak yemekten kurtardığı şarkıcı kadınla Almanya’da karşılaşması, eh, kesker tesadüf dememek için buraya yamayabiliriz. Ali’yle karşılaşması tam üfürükten, saçma bir şans ama gençlik aşkıyla karşılaşmadan bitirmeyecekti anlatmayı, karşılaşsın.
Baba gitti, Cengiz gitti, Ali gitti, Mine de gitti bir yerlere, orada kalmak için sebep yok artık. Öncesinde geriye dönüşlerle geçmişini iyice aydınlatıyor Filiz, olayların tohumlarını bulup çıkarıyor da hikâyelerinin çizgiselliğinde boş alan kalmasın diye uğraşıyor. “Biz o tarihin hep sessiz kalacağından habersizdik. Uzattığımız avuçlarımızla, birleştirdiğimiz parmak uçlarımızla içimizde bir daha asla kapanmayacak üzere açılan yaralardan habersizdik. Çalan teneffüs zili ile birlikte ellerimizin sızısı yavaş yavaş kaybolurken, biz her gün, tekrar tekrar, yenilmeyi öğretilen ruhlarımızı birbirimizden saklamaya, bize kaybedeceğimizi şimdiden söyledikleri bir hayata alışmaya çalışıyorduk.” (s. 70) Yaralar keşke kapanacak üzere açılsaydı, tersi çok zor genç bir kız için. Şimdi bu karakterlerin her biri ayrı dünya, has nitelikleri vardır diye düşünürüz, çoğunun yok. Radyocu Asım hariç, mahalleye delimtırak biri lazım geldiği için Asım bu kontenjanı doldurmak için var. Garip biri, yabancı radyolardan sinyalleri alıp deftere kaydediyor, böylece casusluk işlerini çözmeye çalışacak bir gün. Yayın yapıyor bu adam, Filiz’le omuz omza vererek Kıbrıs’tan istasyonlara ulaşıyor, Cengiz’e mesaj yollamak için uğraşıyorlar. Sonraları Filiz’in annesiyle Asım yakınlaşıyor, evleniyorlar üstüne, evlenmeleri o kadar şaşırtıcı ki Filiz’in onları dan diye yakıştırması, aslında metnin şrak diye birini diğerine yapıştırması garip. Aslında Antalya faslındaki çoğu ilişki zayıf ağlardan ibaret olduğu için ne karakterler ne de karakterlerin eylemleri derinleşiyor, yoksa Ali’yle Filiz’in fırın merdivenlerinde takıldıkları sıra çok daha yoğun, duygu yüklü olabilirdi. Olamadı, yıllar sonraki karşılaşmaları o kadar etkileyici olabilirdi ki gözler dolardı falan, ne bileyim, gençlikteki o kopuş gerçekten büyükçe bir gedik açabilseydi sonrayı da kuşatırdı. İki andavallı olarak karşılaştılar bilet kuyruğunda, ayaküstü sohbet, tamam. Bu değil ama, koca roman Filiz’in duygu kabızlığından mustarip bir anılar yığını olmaktan öteye geçseydi keşke. Almanya’da karşılaştığı erkekler, yarım kalan ilişkileri yine bir sayım döküm, Mine’nin ilişkileri keza öyle, sırf Duvar’ın yıkılışı için her şey. Orada, o yıllarda neler oldu, anlamak için iyi bir kurgu var da zayıf. Hele müzikle ilgili vecizeler evlere şenlik, Filiz’le etrafındaki dallamalar müzikten zerre anlamıyorlar sanki. Nedir, Ölümüne Sadakat‘taki müzik dükkânında çalışan züppe bir müziksever değilseniz şarkılar hakkında konuşmazsınız öyle, çenenizi tutarsınız çünkü tutku dile geldikçe söner, sıkar. Filiz’in arkadaşı müzisyenler ve şarkılar hakkında yaveler sıralıyor, bunun derdi bitmeden Filiz’den inciler dökülüyor bu kez, Robert Smith’in karanlık, loş ve sidik kokulu ruhundan dökülen katran kara sesinin boydan boya aştığı katran şarkıların bilmem nesi ne oluyor, metinde erimeyen topaklar olarak kalıyor yüzeyde. Bütün bunların dışında Doğu’dan Batı’ya geçme işlerinin yarattığı heyecan hikâyenin en başarılı bölümleri olarak görülebilir, Mine’nin hoşlandığı adamlardan biri ortak tanıdıklar vasıtasıyla karşıya geçtiğinde iletişimi koparıyor mesela, ajan olup olmaması bir yana Mine’nin kaç zaman beklemesi, Duvar yıkılınca er geç bir haber alacağına iyice inanması ama hayal kırıklığına uğraması maharetle anlatılmıştı. Başkaca diyecek ne kaldı, eski bir sese boğulmuş eski tip bir roman bu, zamanlar arasındaki geçişler Almanya faslında iyice artarak gitli gelli, karmaşık bir metin çıkarıyor ortaya, başka da dikkat çekici bir yanı yok sanıyorum. Tam İletişim romanı.
Cevap yaz