2016’da bir edebiyat platformu için Baştankara’yla ilgili bir şeyler yazmıştım, yazı paylaşılır paylaşılmaz başka bir edebiyat platformunun yazarları isyan etti. Höö, Sait Faik’i hak etmiyor o yazar, höö, o kadar kötü bir yazar övülür mü, höö, dil mil bilmiyor o yazar. Mekanın sahibi olan arkadaşım, “Sana söz hakkı doğdu, cevap vermek ister misin?” diye sordu, “Ne yazayım abi, diyeceğimi dedim zaten,” dedim. Ne dediğimi de hatırlamıyorum şu an, öyküleri beğendiğimi söylemişimdir, araya birkaç yergi sıkıştırmışımdır, ne bileyim. Muhatap olmam normalde ama bir şey oldu da en hööcüye mesaj mı attım, Twitter’dan mı yazdım, “Sorun nedir?” dedim. Kişi, “Dili yok onun,” gibi bir şey dedi. Teşekkür ettim ve mekanı terk ettim, mevzu kapandı. Öykü değilmiş onlar, öykü öyle olmazmış, dil yokmuş. Dil olması veya olmaması. Ödüllerin tırtlığı malum, adına ödül verilen yazarlarla ödülleri kazanan yazarlar arasındaki uçurum da malum, bir arkadaşımın ve muhtemelen daha ünlü bir yazarın dediği gibi ödüllerin edebi meşruiyeti sürdürmek için en güçlü kanallardan gelen metinlerle beslendikleri, sürecin tersine dönmesi malumun ilamı da ödülle bağı kopararak bakalım: Ergün bir şey deniyor, denediği şey daha önce denendi de Ergünce denemenin kıymeti var. Bu öykülerin kaskatı durması lazım, dil inceliğiyle mayışır o kuntluk, kafaya inecek anlam takır tukur girmeli ve işlemeli içeride. Ergün’ün kurgusu tam, tamlığı gösteren en iyi örnek “Hayatımın En Güzel Günü”. İlk paragrafı alıntılayayım, bir de sonuncuyu, dandik bir formül üreteyim: “Uzanmışlardı. Kadın başını adamın koluna yaslamıştı. Yüzü adama dönüktü. Eli göğsünün üstündeydi. Derin nefes aldı, Her şey tam da olması gerektiği gibi, diye geçirdi içinden, mutluluk bu.” (s. 23) Kadın dinlemek ister yine de sorar: Eva’yla nasıl ayrıldılar, nasıl başladılar, adamın aklına ne gelirse. İki üç günlük bir şeymiş, sevgili değiller. Eva’yla bir arkadaşının evinde tanışmışlar, gözleri bir iki kez buluşmuş. Susuyor, gülümsüyor adam. Kadın merak ediyor, adam aynı şeyi hissetmiş mi kadınla tanıştığında? Adam gözlerini öyküdeki gibi “güçlükle daldığı yerden” değil de “daldığı yerden güçlükle” alıyor, duraksıyor. Aynen öyle olmuş da kadını tanıdıkça sevmiş adam. Uzun bir suskunluk. Ertesi gün Eva’yla yüzmeye gitmişler, gece, soyunmuşlar ve yan yana uzanmışlar. Hiçbir şey olmamış, ay dolunmuş, üzerlerine düşmüş. Hayatının en güzel günüymüş adamın. Şimdi düşününce hikâyeyi çok yaymış Ergün, adamın bunca açıklığına lüzum yok. “Kadın, adamın kolunun altına sıkışan saçlarını hafif doğrulup geriye aldı, bir şeylerin tam da sonunda olduğunun ayırdındaydı.” (s. 24) Kadının saçlarını geriye alması da yetecekmiş aslında, Ergün okura mı, kendine mi, öyküye mi güvenmiyor acaba? Neyse, bu haliyle de olmuştur, Ergün’ün dili budur. Anlatımda fazlalık vardır da dil kısacık hikâyeyi taşımaya en uygun biçimdedir. Başka türlüsü olmaz mı, olur, edebiyat zaptiyelerinin memnun kalacağı şekilde yazılabilirdi bu öyküler, iyi ki yazılmamış.
“Neden ve Ne İçin”. Küçük bir kasaba, şarap ve uyku olmasa zaman geçmek bilmiyor anlatıcıya göre. Kapı çalıyor, oldukça şişman bir kadın. Beyaz saçları toplu, parmaklarda yüzükler. Kadın ressam, dört yıl önce başlamış resme. Anlatıcının da ressam olup olmadığını soruyor, eh, pek de ressam değil anlatıcı. Kadın kaç gösteriyor, kırk, kahkahalar, aslında elli üç yaşında, inanabiliyor mu anlatıcı? İnanıyor da şaşırmış gibi yapıyor, yapmalı, kadının hikâyesi çağlıyor arkada. Anlatıcının yaşındayken evlenmiş, yirmi sekizde, büyük şehirlerde yaşamış, çok ve hep çalışmış, para kazanmış, sonra yaşadığı hayattan memnun olmadığını fark etmiş. Hayatı orada, bedeninin devindiği şeyde değil, yaşam başka yerde, o güne kadar kocasıyla mutlu olduğunu sanmış ama aslında değilmiş, muhtemelen çocuklarından da memnun olmazdı da kızları çoktan gitmişler, o zaman evden hemen ayrılıp hayatını yaşamaya başlayabilir. Başlamış, dört yıldır ressam. Kızları da anlayacak, hep söylüyormuş zaten: “Neden ve ne için?” Giderken aynı şeyi anlatıcıya söylüyor kadın, hep sorması gerekiyor anlatıcının kendine, neden ve ne için? Geç değil, nefes almak için sormalı, yaşam bu iki soru etrafında dönmeli. Böyle doğrudan, bodoslamadan bir öyküde tütün sarma faslı var, mesela bunu süslü püslü anlatmak ne işe yarardı? “Çantasını iştahla karıştırdı, tütünle kâğıt çıkardı. Kâğıdı parmaklarının üstüne koydu, içine tütün, fazlası üstüne döküldü. İşi bittiğinde tütünler kâğıdın iki yanından fırlıyordu. Sarma içilemeyecek denli gevşekti, yaktı, üstünü silkti.” (s. 26) Benim de bohça gibi sardığımı söylerler, kadının yerine kendimi koyuyorum ve tam olarak böyle yapacağımı hayal ediyorum, yaşamın aynılığından uzun zaman önce kurtulduysam veya bir şeylere bağlı zincirlerimi kırdıysam. Beni geçtim, bu hiper gerçekçilik ne işe yarar, anlatının niteliklerini toplar. Kısa cümleler, pek kurgu, edimiyle oluşan karakter. Bir adım ötesi karakterin anlattığı hikâyenin zihinde ilerletilmesi. “Anlatıcı”nın olayı: Gecenin başından beri konuşan bir adam, herkes dinliyor, anlatıcı da dinliyor çünkü öyküdeki anlatıcı karakter anlattığı şeyi çok iyi anlatıyor. Geçenlerde ilginç bir şey olmuş, evde canı sıkılınca kafeye gitmiş ve oturduğu masanın etrafındaki insanları izlemeye başlamış. Sırayla anlatıyor işte, çiftin teki, başka bir çift ama kavga ediyorlar mesela, bir adam tek başına oturuyor, hepsinin detaylarını az çok veriyor anlatıcı da her şeyi anlatamaz, okuduğumuz öykünün anlatıcısı araya girip manzarayı çiziyor hemen: “Kadınla adam gözümde canlandı. Adam şüphesiz kamburdu. Üstünde beyaz gömlek vardı, altında kot ya da siyah pantolon. Hangisiyse de altına mokasen ayakkabı giyiyor olmalıydı. Önce bakışmışlardı belki, belki kadın dudağını hafif büküp gülümsedi, sonra parmağını önündeki fincanın kenarında gezdirdi.” (s. 16) İki hikâyeye evrilmez anlatılan, birinin diğerini çeşitlendirmesinden öteye gitmeyiz, gerçeklik hikâyelere kurban gider o zaman. Öyküdeki anlatıcı adamla kadının konuşmalarını işitir, aslında kadın evlidir, adam da evlidir ama evli olmayabilir, kadını rahatlatmak için evli olduğunu söyleyip yakındaki bir otele gitmelerini kolaylaştırmıştır. Kadın öyle bir kadın değildir, adam da değildir, sadece seks yapıp yaşamlarına devam edeceklerdir de öykünün anlatıcısı bu noktada tam anlamıyla değiştirir hikâyeyi, adamın bir iki yüklendikten sonra işinin bittiğini ve kadının pişman olduğunu düşünür, doyuma ulaşamayan kadın neden orada olduğunu anlayamaz. Bu noktada okur olarak dahil olalım, mesela seviştikten sonra hemen duş almak, her kezinde fırlayıp duşa girmek, tek kelime etmeden koşturmak, ama erkek kalsın yatakta. Erkek tatmin olmasın. Burada da koyu bir gerçeklik var, olmuş veya olabilecekse, hadi olmasa da koyudur. Öykünün anlatıcısının öyküyü tamamlama şeklinden yola çıkarsak “Anlatıcı” iki, üç, beş türlü okunabiliyor. Anlatıyı dinleyen anlatıcının yaratısı, kafada palimpsest, yapının üzerine kurulan yapı, kulaktan kulağa yerine akıldan akla veya kâğıttan yine aynı kâğıda anlatı.
Bir iki öykü dışında diğer öyküler kısacık, o iki öykü de uzamış kısacık. Sait Faik’i kazanan, eleştirilen kitap bu, okuduktan sonra fark ettim. Hiç bakmıyorum o yıl hangi öykü kitapları çıkmış, bu öyküler ödülü hak ediyor mu, ödül bu öyküleri hak ediyor mu, sadece öykülere bakıyorum ve öykü olduklarını söylüyorum.
Cevap yaz