Osman Şahin – Kırmızı Yel

TRT 1970 Hikâye Büyük Ödülü’nü kazanan Kırmızı Yel “dank” gerçekçiliğiyle 1950’lerin Güneydoğu’sundaki ağa terörüne, yaşam kavgalarına açılmış bir pencere, ardına kadar. Bir iki metni biliyorum, Erhan Bener’in Anafor‘u kurgudan ötürü karakterlerinin nefes alamadığı, siyasi körlük yüzünden bölünmüş halkın çaresizliğini ve silahlı mücadelelerini ele alan bir metindi. Dikkat çeken bir yanı yoktu pek, Güneydoğu manzaraları hariç. Ömer Polat’ın Saragöl‘ü vardı, yine ağalar, marabalar, ihtiyar heyetinin odasında toplanıp ne yapacaklarına karar vermeye çalışan köylülerin epik mücadelesi. Kurguya kurban giden bir başka metin, çok dağınık, dramatik sahneler kurmak adına kaya gibi karakterlerin tuhaf hallere girmeleri, eh. Sadık Aslan’ın Solgun Sarı‘sı Kürtlerin ağalardan paşalardan illallah ettiğini yer yer lirizme boğularak anlatır, Ayla Kutlu’nun öyküleri yörüklere yoğunlaşsa da aynı dertlere dokunduğu için önemlidir, Hamasdeğ’in Güvercinim Harput’ta Kaldı‘sı o coğrafyadaki Ermeni köylerindeki yaşamı, Ermenilerle Türkler ve Kürtler arasındaki ilişkileri, insanın doğaya bakışını irdeler, böyle gider bu. Onca metnin arasında Şahin’in öyküleri kadar başarılısını görmedim zannediyorum, Şahin öyküyü biliyor, zorbaların karşısında insanların nasıl dik durduğunu veya durmadığını da biliyor, Fırat’ın kıyılarını zaten biliyor ki pek çok öyküde selin taşırdığı, yelin kuruttuğu nehre yer verir. Kısaca o yörenin sıcağını, dilini, insanını en berrak haliyle bulabileceğimiz öyküleri okumak istiyorsak Şahin’e başvuracağız. Bu kitaptaki öykülerden üç film çıkmış, iki öyküden üç film deniyor da diğer öykülerin anlatımından, karakterlerinden ödünç alınan çok öge var. “Kırmızı Yel” biçemiyle İhsan Yüce’ye ilham vermiştir muhtemelen: “Biz, oralarda sıçmayı unutmuşuk Hakim Beğ. Yiyeceğimiz yoktu ki bokumuz beslene. Kıtlık, dişini bize geçirmiştir yani. Güneşimiz buluttan çıkmaz. Felek, göğülen yerin arasına germiş canımızı. Gene de gevrek çilemiz kopmaz ortadan.” (s. 7) Kibar Feyzo’nun mahkeme sahneleri. Anlatıcı ilk birkaç paragrafta kıtlığın yol açtığı yıkımı anlatır, hayvanların örekesinden insanın kursağına varır da ekinin sütlenmesini çiçeğin açıp açmadığıyla anladıklarını söyler, eğer yel esmemişse boy boy dikilecektir ekinler, yok solak solak üfürürse dağın taşın üzerine incecik bir tabaka. Ölüm. “Yaprağının üstüne canlı konan sinek, ölü kaliy. Şıra dökülmüş gibi, sanırsan, sakız ha. Başaklar köreliy. Tenesini havaya savuriysan, boş havayı delip de düşemiy. Bakmışsan yelle bir olup savuşmuş.” (s. 8) Anlatıcı atasının toprağını bırakıp gitmez, diğerleri Siverek, Helvan, nere varsa göçerler. Kalan üç beş kişiden kalem kâğıt gören vardır, hali “Urfa Hökümatına” yazmaya karar verirler. Yel zamanı mühendisin teki gelir, başvuruyu geç yaptıkları için bir iki sene beklemeleri gerektiğini söyler, daireye yazacağı rapor işe yararsa tohumluk tane de gelir belki. O ara anlatıcı tüfeğini satar, rahmetli babası satmamasını söylemiştir ama “açlık babayı geçmiştir”, köyün değirmeni çalışmayı unutmuştur. Köylüler tuza basıp, ovcalayıp ot yemeye başlarlar, ekşisinden acısına ne buldularsa. Koçan ekmeği yapıp yerler, ağızları burunları yara olur. Bu ekmeğin yapılışı, mühendisin gelişi gidişi, müthiş anlatım. Sonra Fırat’ın akışı, neyse ki Fırat o tozu akıp götürür de su bulurlar, o da olmasa tam kırım. Çareyi Şıh’ta bulurlar, Feytullah Şıh hemen bir çare düşünür ve kurban kesmelerini ister köylülerden. Anlatıcının bir kirvesi var, Hamza, baldıran kökünü küle gömmeden mi yemiş, neymiş, can vermiş bir zaman. Anlatıcı oğluna Hamza adını vermiş. Belli işte, değirmenin suyundan abdest, harmanın ortasında namaz, bağlı göz, hiza kıble, bıçak parlak. Kavrulmamanın mümkün olmadığı bir yerde bu acı soğuk ne, açlıktan ölmemek için kan dökmek. İlk öyküyle yamulur zaten okur, gerisini tuhaf bir donuklukla okur.

“Opoletli Gardaş” tokat aşketmişçesine sarsan öykülerden. Tepeden bakıyoruz olan bitene, dil bu sebeple yerellikten biraz daha uzak. Şahin’in benzetmeleri, betimlemeleri öne çıkıyor bu kez, ayrı ustalık. Bir bölük erkek lorke oynuyor, güneş davulların gümbürtüsünü gevretiyor, oyunun başındaki Neco beylik tabancasıyla ara sıra göğe asılıyor. Beşir Ağa’nın en has adamları orada, birlikte tepiniyorlar, içlerinden biri çocukların başından aşağı şeker döküyor. “Beşir Ağa’ya kulları, ululaşan bir saygıyla baktılar. Sanıyorlardı ki, ağızlarında şapırdatarak emdikleri şekerin tadında bu adamın gücü vardı. Hattâ haklarının böyle bir adamda canlanmasından hoşnuttular.” (s. 18) Biat bu şekil. Ağanın Mardin’e gidişini kutluyorlar, ağalık görgüsü daralmasın diye çarşı pazar görecek Beşir. Seyis Rüşto eğilmek için yalvarıyor, Beşir olur veriyor, “Sıkı durasın ula namussuz!” diye iltifat ediyor. Yolda bir şey yok, Mardin de taş binaları ve sarıya çalan doğasıyla bildiğimiz gibi de Beşir hiç bilmiyor şehri, duvarlardaki reklam afişlerini görünce uşaklarına emir veriyor, birkaçını söksünler de konağının duvarına nakış diye yapıştırsınlar. Kenarda Beşir’i ve adamlarını izleyen gençler bir zort çekiyorlar, Beşir ses çıkarmıyor da ikinci zortta gençlere yanaşıyor. Bir soru, kinayi kinayi verilen cevap, ardı: “Gençler hâlâ gülüyorlardı. Ağanın, bıyığını ovcalayan sağ eli birden kuşağına doğru indi. Ağır ağır kalkan tabancalı eli, tıpkı vesikalık resim çekecek bir makine gibi hizalarında durdu. İşte o zaman, asıl önem verilmeyenin kendileri olduğunu fark etmişlerdi.” (s. 21) Tek bir el ateş, böğürtü, delikanlılar kaçışırken Mardin çarşısı silkeleniyor, insanlar koşuşup ne olduğuna bakmak için geliyorlar, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Beşir devleti de hiç bilmiyor, sakince dolaşırken uzaktan uzağa kendilerini takip eden kalabalığı şaşkınlıkla izliyor. Yanındakiler helâk olanın arkası fazla diye düşünüyorlar, sonra polis düdükleri ötmeye başlıyor. “Opoletli gardaşlar” çeke çeke Beşir’i götürürlerken şaşkınlıktan ne yapacağını bilmiyor Beşir. “‘Ula ben Ağayım, diyorum size. Bu memlekette hiç adam da mı vurmayak yani. Nedir, nolmiş?’” (s. 23)

“Kurt Avı” son olsun. Paşo birkaç aydır altına işiyor, yorgan yatak dayandıramıyorlar adama. Gevey Kadın’ın oğlu için yapmadığı kalmıyor: kızgın küle okunmuş mum atıp tütsüye nefes tutmak, bele sıcak türbe toprağı sarmak, avlattığı karganın yüreğini yedirmek, dut pekmeziyle tuzlu kül karıp dile sürmek, kokulu tütün içirmek. “Nohut düşse yeşerecek kadar” ıslak yine Paşo’nun önü. Abut Ağa perişan, oğlunun başına geleni geçirmedikçe rahatı kaçık. Neyse ki Palu taraflarında oturan bir şıhtan söz edilince çareyi buluyor, bir çuval pestil, ceviz ve kuzu postundan yapılmış bir zıbınla bağlıyor şıhı. Kurt nazarıymış meğer, çaresi kurt canıymış. Postu tuzlanacak, Paşo’nun altına serilecek, tamam. Dönüşte kuru soğuğun eline düşüyorlar, Abut Ağa adamlarıyla birlikte ava çıkınca dağılıp giden buharlar yükseliyor az. Beçikan aşireti çiftelerle, mavzerlerle düştüğü kurdun tek sahibi değil, çayın öte geçesinden de bağırtılar gelmeye başlıyor, Daşolu aşireti de öbür taraftan avda. Atışmalar, tehditler, eski defterler derken ünleye ünleye dağı taşı çınlatan Daşolu Kara Möysün feryat figan yere yıkılıyor, kar kümbetlerinin ardına koşuşturup siper alanlar hemen ateş açıyor ve bir tek yaralıların iniltileri duyulana dek sıkıyorlar kurşunları. “Sonunda, birbirine kinli iki köyün ağaları eş düşündü: Kaçan kurda, ölen marabalarından daha çok üzüldüler…” (s. 48)

Taş gibi bir gerçekçilik, benzeri az görülen doğa tasvirleri. Muazzam yahu, Şahin’den ne bulursam okurum.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!