Simon Van Booy – Yanılsamalar Atlası

Şimdi hikâye çizgisini ben de baştan oturtmaya çalışacağım çünkü parça parça okudum bunu dün, hareketli de gündü, Türkiye’nin en büyük illegal oluşumlarından birinin haso adamlarından biri öğrencilerimizden birinin babası, görüşmeye gelmeden önce bir bölüm okudum ama görüşmeden sonra oturttuğum yerden fırladı gitti o bölüm, eve dönerken yolda üç beş bölüm tam oturdu ama baştaki bölümlerle bağlar koptu. Ben sandım ki önceki gece ilk bölümü okurken kancayı attım, oradan tam gaz giderim, sonra sabah trende ikinci bölüm bir başladı, vay, nerede Martin’in 2010’da Los Angeles’ın bakım evlerinden birindeki günleri, nerede Bay Hugo’nun 1981’deki Manchester günleri, neler oluyor yani, nereye zıplıyoruz. Hatırlayacağım neler olup bittiğini, bakalım. Azıcık da kopya çektim şimdi, yalan söylemeyeyim, çizgiyi kafada oluşturdum ama altmış yıla yayılmış hikâyenin bağlantı noktalarını, incecik düğümleri görmek için tekrar bakıyorum, ikinciye okununca daha bir açılan metinlerden bu. Zamanın üç beş noktasından dünyanın üç beş noktasına bakan, karakterlerin yollarının bir şekilde kesiştiği, bir bölümde tomurcuklanan ilişkinin bilmem kaç yıl sonra, başka bir karakterin yaşamına etkisiyle son durumunu görebileceğimiz türden. Martin’le açılıyor, açılmadan önce şunu da söylemeli, karakterlerin yaşamlarından parıltı parçalarını aktarıyor sadece Simon Van Booy, yürüyüp kapıyı açmaları, oturup iki ekmek gömmeleri falan yok, o anki yaşamlarının özetinden parçalarla kuruluyor kişiler. Genelde böyle, her zaman değil: anlatıcı değişebiliyor, karakterler kendi ağızlarından anlatıyorlar bazen, geniş zamanların özetlerinden belli bir ânın devinimine dönebiliyoruz, iki karakter karşılaşınca zaman çok yavaşlıyor da diyalog esnasında karakterlerin mimiklerini bile görebileceğimiz bir yakınlığa geliyor odak. İlk bölüm genele yakın, Martin, onu düşünmek bile huzur veriyor bakım evi sakinlerine, konuşmadan dertlerini dinlediği için değil sırf, çam sabunu ve sıcak suyla koridorları mis gibi yaptığı için de. Yaşını bilen yok, bilselerdi oranın sakinlerinden biri olduğunu düşünmezlerdi belki. Martin bile bilmiyor tam olarak neler döndüğünü, Paris’te büyüdüğünü, annesiyle babasının işlettiği pastanenin üstündeki üç odada yaşadıklarını biliyor, bir de okula başlayacak yaşa geldiğinde annesinin söylediklerini. Yaz mevsimiymiş, savaş başlamış, adamın biri -nasıl göründüğünü bile hatırlamıyor anne, biz nasıl göründüğünden çok çok daha fazlasını öğreneceğiz- kadının kucağına bebeği bırakıvermiş, sonra bebeğe bir şeyler yedirmek için bebeği pastaneye getirmiş kadın, öyle tanışmışlar. O bebek Martin, haliyle birkaç damla gözyaşı dökülmüş, hikâyeyi sindirmeye yetecek kadar zaman geçmiş, sonra Yvette doğmuş. Altı yaşına geldiğinde -Martin on- Paris’teki pastaneyi kapatıp California’ya taşınmışlar, Martin evlatlık belgeleri için neden o kadar beklediklerini anlamamış, sonra üniversiteye giderken bir kız arkadaşı aydırmış. Yazarın bir anda parlatma huyu var, aşırıya kaçmadığı için kıvamında, hikâyeyi derinleştiriveriyor. Sıradanlıktan derinliğe. Mesela: “Kar yağıyordu. Çin yemeği sipariş etmişlerdi. Televizyonda iyi bir film başlamak üzereydi. Martin kül tablasına uzanırken çarşaf bedeninden sıyrıldı. Bacakları oldukça kaslıydı. Kız yanağını onlar dayamıştı. Martin kıza, başarı rekoru hâlâ kırılamamış olan West Hollywood Lisesi’nden bahsediyordu. Kız dinledi, sonra Martin’in neden diğer Avrupalı erkekler gibi sünnet edilmediğini merak ettiğini söyledi.” (s. 9) Kütüphanelere dadanıyor sonra Martin, birkaç Yahudi’nin takkeleriyle katıldığı “ergenliğe giriş kutlaması”nın ardından -çok şaşırır Martin, olayı anlamaz, annesiyle babası pek çok kültürde öyle bir gelenek olduğunu söyler- hikâyeleri okumaya başlar. “Martin gerçeğin kâbusunda yeniden doğmuştu. Başkalarının tarihi öteden beri kendininki oluvermişti. Bunun düşüncesi hazmedebileceğinden fazlaydı. Lağımda saklanan insanlar; karanlıkta, rutubet ve pislik içinde doğum yapan kadınlar; sonra diğerlerini ele vermemesi için bebeklerini boğmaları.” (s. 11) Kadının biri çıkagelir, “Oğlum, oğlum!” diye haykırarak Martin’e sarılır, bütün bir geçmiş yığılıverir Martin’in sakin yaşamına. Geçmişten yığılanlar yetmiyor, bölümler içinde de geriye dönüşlerle genişletiliyor bazı sahneler, örneğin ABD’ye taşınma safhası: Paris’teki evlerine telgraf geliyor bir gün, Fransız direniş hareketinde aktif rol alan Anne-Lise ödüllendirilecek. Martin’in annesi direnişin bir parçası olmadığını defalarca söylüyor ama evlerine gelen avukatın elinde kanıtlar var, inkâr etmek faydasız. Tabii burada bir katakulli mi var, anne kimliğini gizliyor mu veya başkasıyla mı karıştırılıyor gerçekten, bunu çözmek okurun ellerinden öper, gizemi o kadar da açmıyorum. Zaten metnin ilk bölümünü geçemedik, yazının yarısı bitti, onca karakter varken Martin’e bu kadar ağırlık vermek haksızlık oldu diğerlerine. Ama, mevzu bu, kitabın adına da bakınca -bence çeviride yiten çok önemli bir şey var, The Illusion of Separateness asıl adı kitabın, “ayrılık” yanılsaması gösterilmeliydi- kurgunun bütün kodları bu bölümde mevcut. Pulp Fiction türü filmleri de düşünebiliriz bu bağlamda, zamanın nasıl kullanıldığını, kurgunun nasıl çatıldığını, ilişkilenme biçimlerini. “Hakikat bize düşünceden daha yakın ve çoktandır bildiğimiz ne varsa onun altında gömülü.” (s. 14) Serbest dolaylı anlatıcı da iyi kurulmuş, karakterlerin bilişsel yetenekleri ölçüsünde sızıyor metne, böyle fişekler atıyor da idrak seviyesini gösteriyor. Hem kendinin, hem karakterin. Deyip yeni paragrafa geçecektim, bir türlü geçemiyorum, Bay Hugo geliyor bakım evine. Yüzü deforme olmuş sessiz bir adam, acaba İkinci Dünya Savaşı’na katılmış mıdır? Martin’deyiz yine: “Ayakları kül beyazı, her iki ayağındaki kıllar küvete girince canlanıyor. Sudaki vücuduna bakmayı seviyor. Bedeni uzun zaman önce Paris’te, kalabalık bir sokakta yüzü parçalanmış bir adam tarafından merhum eşine arzu nesnesi olmak üzere verilmişti.” (s. 15) Ta daa! Bay Hugo hikâyede kim varsa, hepsini iplik olarak görelim, esas iki düğümden biri.

1981’deyiz, Bay Hugo’dan yaşamının bir kesitini dinliyoruz. Televizyon izlerken gözlerini ekrandan ayırınca Danny’nin yüzünü görürmüş camda, eliyle içeri çağırırmış çocuğu, Danny teşekkür ederek girermiş. Yaşlı adamla küçük çocuğun arkadaşlığı. Anne bir kez Bay Hugo’ya bırakmak zorunda kalmış Danny’yi, teşekkür mahiyetinde hediye vermiş sonra, ilişkileri böyle sağlamlaşmış. Düşündüm, sinemaya uyarlansa şahane olurmuş bu metin. Neyse, Bay Hugo’nun yaşamına geçmiş giriyor bodoslamadan, camdan dışarı bakınca patlayan silahları, bombaları görüyor bazen, yapması emredilen ama yapmadığı şeyleri hatırlıyor, Führer‘i selamlamak o şeylerden biri değil zira vurulmak istemiyor genç yaşında, silahını ateşliyor, birilerinin kanı bulaşıyor üzerine. Hatırlıyor, Paris’teki parkta yaşayan evsizlere -Bay Hugo onlardan biri- pasta getiren oğlan ne oldu acaba, hani sormuştu merakla: “Kafan nerede?” İki kez karşılaşma yani, hatta bakım eviyle birlikte üç.

1968, Fransa, Sebastian. Çocuk o da, okuldan çıkınca Hayley’ye buluşacak, ormanda bulduğu demir iskeleti âşık olduğu kıza gösterecek. Büyüklere söylememeliler, büyü bozulur. Gidemiyorlar da zaten, Hayley dişçiye gidecekmiş, en azından fotoğrafı veriyor Sebastian. Uçak enkazından çıkardığı fotoğrafı, arkasında “Harriet” yazıyor, güzel bir kadın fotoğraftaki. Araya gelecekten haber veren bir cümle sızmış, yazar oyun oynamayı seviyor: “Nihayet, Sebastian ve ben evlendik.” Hızlandırıyorum artık: o demir iskeleti kullanan John öldü sanılır uzun süre, genç eşi yas tutar ama kaç zaman sonra gelen telgrafla tekrar yaşama tutunur. Torunları Amelia’nın fotoğraf sergisinde kullanacağı fotoğrafı Fransa’da yaşamış Sebastian-Hayley çifti göndermiştir, Danny bu hikâyeye ünlü bir yönetmen olarak dahil olur sonraları ama en önemlisi Bay Hugo’yla John’un savaş sırasında karşı karşıya gelmeleridir. Nefesler tutuluyor resmen o bölümde, kilit noktası.

Bol alengirli, çok iyi. Okunmalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!