Nihayet öykü. Öykü postuna bürünmüşlerden değil, öykünün tam da ne olduğu. Olduğunun karşılığı yani, olan her şey öykü değil ama bu kitaptakiler öyle. Her çeşidinden var, kiple nesne, özne, neyse yaratacak kadar dilli, hikâyeyse hikâyeli, klasikse klasik. Tepenottan diptekine düşüş: “dünya” gördüğünüz her yere “ev”i koyacaksınız, metindeki dünyalar evlerden ibaret. Bahçenin, avlunun, tavanı olmayan iç salonun, cümle kapısından için “hayat” olduğu bir zaman vardı, dünyanın ev olduğu şu zaman tam hatırlamalık. Bellekle uğraş var öykülerde, bu yokladı bir, öyle dümdüz çıkmadı da eğildi büküldü, söz diye göründü için çocukluğa gidiş, dönüşü öykü. İthaftan belli: ilk yalanın kahramanı anneanne Sabiha Albayrak’a. Anımsamanın zamansallığı bozması gerektiğini düşünürdüm, sentaksı kırmak, sözcüklerin köklüsünü daha da küçültmek, eklisini gelmeyecek anlama getirmek lazım, böyle düşünürdüm de “Yalancı İçin Bir Boşluk” karşılaştırdı. Öyküyle. Uzun zamandır arıyorum, duymayıp da sezdiğimki bir yerden fırlasa Sunay’da bulduğum. “Asfaltın altında toprak. Asfalt yalancı. Toprak da üstünde asfalt olduğu için yalancı. Yalan bir kabullenişse. Toprağın altı kaya. Kayanın içi solucan. Bu yalan yerkürenin çekirdeğine gider mi gider. Adımcık. Bir çocuk yürüyor asfaltta.” (s. 11) Anlatıcının bakışında bir yol, çocuk yürüyor, bakış onun için. Yürüyoru takip eden bir çift el, biri sabitliyor olanı biteni. Asfalt güven veriyor, ironik, yalanın somutluğundan bir rahatlık. Çocuk hep “gidiyorda”, anlatıcı bildiği ne varsa onunla baktığı için varlığında çocuk hep gidiyor, yalan uzuyor, çocuğu mu takip ediyor? “Çok boşluk olmalı yeraltında. Solucan derken bütün solucanları diyorum. Çocuk derken o gidiyordayı.” (s. 12) Çocuğun adı artık gidiyordu, okula gidiyordu, geç kalmasın diye hızlı. Kırmızı okul çantası, dolu yağması, çantasına en sevdiği arkadaşının adını yazmış gidiyorda, dükkânın önünde tavla atmalar, gidiyorda geçiyor bir şeylerin önünden, doluyu fındık tanelerine benzeterek yalan. Bir yalan söylemiş anlatıcı, okula geç kaldığı günlerden birinde öğretmeni sormuş, meğer anneannesi ölmüş de ti-ren geçerken acısını duyarmış anneannenin ve trenin, gidiyordanın da. Ti-renden düşmüş kadın, taziyeye gelenler gerçeği öğrenince ceza yiyor anlatıcı, öyle yalan mı olur, yalan yeraltında olur, yerüstünde olan kendini yeraltına, solucana, kayayı delip yaşamını hiçbir şey olmamış gibi yaşayan solucanın yanına. Sınıflardaki sobaların telleri açılıyor ki çocukların, çocuklar gibi gidiyordanın elbiseleri kurusun, eldivenler asılsın yukarılara, demiryolunun dibine yapılan okul yüzünden ölmüş anneannenin diktiğinin asılılığı ayrı ölüm. Tek bir gerçek var, anneannenin öldüğü. Kızı almak için ti-renin peşinden koşarken atlamış, yalanla bağını kestiği için ölmüş yoksa gerçekte ölmezmiş, gerçek bir anlamda boşluk, hava her anlamda gerçek. “Onu öldürüp diriltmiş yegâne torunu olarak, bir yalanın değil, hep bunun suçluluk duygusunu hissettim. Bir günlük ölüler nereye giderse oraya gitmişti, ta ki, ta ki Mömüne ti-ren raylarının arasındaki tahtaların üzerinde elbisesinin içinde kaybolana ve cezam bitene dek.” (s. 14) Mömüne için bir yalan yok, çantaya yazılı ismi öldürmek için başka türlü bir çarpıtmacı nereden bulacak anlatçı, sürekli anlat dedikleri için mi öyle adı, ben koyduğum içinde anlamı parlıyor ama yalan söylemiyor artık, Mömüne’nin ninesi de bir yıl önce şekerden ölmüş, şekerden nasıl ölünürse. De, anlatıcı ne, sesini çocukluğuna mı versem, yalanının büktüğü gerçeği anlatmak için bükük bir dile gereksinim duymasına mı, çünkü iki büklüm bir doğruya yaklaşır gibi duruyor, yasın eğgin haline mi? Birgül Oğuz’un Hah‘ının yanına koyuyorum bu öyküyü, iki örnekten başkası yok, uslu uslu, mesafeli mesafeli anlatıyorlar yası çünkü. Hiç mi yeni yolaklar kurulmadı anlamıyorum ki, sıradanlık gösterisi.
“Ayı Merdiveni”yle başka bir anımsama biçimi: “Aklına estikçe yağıyor, diyerek girdi içeri. Göğü diyor. Her grileştiğinde sağnasın istiyor. Az önce kerevette dik dik bakıştılar. Kendine mi saklıyorsun, yağdırmazsan bil ki… diye sövdü. Küfür de etti. Eder. Ardından küfür ettiren şeyin peşi sıra babamı da katar. Ölmüş dedemi katar. Dedemin, dibinde anasonun yeniden tohuma dönüştüğü boş şişelerini, babamın sürekli yazmaktan doğan boşluğunu. Sövmek için önce bir şeyi erkekleştirir. Göğe de bir organ ekleyiverdi, zor mu.” (s. 15) Babaanne. Ovayla bakışa bakışa birbirlerine benzemişler, uçlarını sürte sürte düzlemişler, küfürler uçup gidince pamuk sözler kalmış, kin bir de, o uz, ulaşılamaz. Tarlada “ters V”, çalışmaktan sırtı menteşeli, çoğu yaşlı kadın gibi usanmaz, bıkmaz, tansiyonunu oynatmaz. Susamları tahta kaşıkla çevirip balı boca eder, soğuk mermere yayılan aş o, yemek değil, oralarda başka. Ayı hikâyesini anlattırıyor anlatıcı, babaannenin dili tek kusur belki, nerede kaldı o büklüm, sadece öyküyü mü dikiyor ayağa. “Bir hikâye zamanı kadar kuraklığın tutsaklığından iraz edelim tane tane.” (s. 16) Bunu Onurhan okudu biraz, beğenmediğini söyleyip kapadı. Kibrini sevdiğim için ses çıkarmadım, köyü gördüm mü yine bir faciayla karşılaşacağımı ben de bilirim, üçün beşin dışında köyün havasını taşıyabilen yok da Sunay biraz sıkıştırmış sayfaya, iyi. Antep’te fıstık, zeytin, fıstıkların arasına zeytin, babaanne anlatıyor bunları, bazı şeylerin arasına bazı şeyler lazımmış, şeyler başka şeylerle birlikte daha da şey olurmuş, sultan, böyle olurmuş: sultan, sıralı cümleler arka arkaya geldiğine göre bir kovalamaca, hız arttı, zaman ve eylem. Sarı işte, ayı, anlatıcıyı kovalayınca abiler, babalar, ellerinde tüfekler, ağaca çıkan merdivenlerde kıstırış. Kuraklığı başlatan ayının ölümüydü, müydü, babaanne öyle düşünüyor, babanın düşündüğü: “Dün babamın günlüğünden okuyana kadar ben de bilmiyordum. Anlatılan her şeyin bir sırrı vardı, anlatmanın âdetinden. Bu sır anlatılanı canlı, gerçeği cansız kılandı. Yalancı için bir boşluktu söz en nihayetinde, doldurabilene. Şimdi bunları yazdığım için biraz rahatsızım. Bu hikâye anlatılsın istemem.” (s. 20) Çok da anlatılmadı, duymadığımdan yola çıkıp, belki tanıdığım azdan.
“Yatağan’a Yalan Borcu” yazılmış en iyi politik öykülerden biri olabilir diye düşünüyorum, Joker Sülü’den yola çıkıp Hatice’yle süren bir yerel havanın protesto gösterileriyle birleşmesi hoş. Karakter, Meryem, köylü hep önde, Sunay’ın eleştirelliği anlatının çatısını uçurmuyor, polis copunun ucunda bütün kanunlardan daha fazlasının olduğu bir an olsun meydana atılmıyor da Meryem’in göstericilerle yakınlaşması, evine ekmek götürmeye çalışmanın herkes için ekmeğe dönüşmesi on numara.
“Yeni Dünya*” için ne demeli, Bin-Jip ve türevleri olmasa baş üstüne, el üstüne. Osman Efendi’yle eşi Dürdâne Hanım’ın apartmandaki evleri dolanmaları, apartman sakinlerinin karakter özellikleriyle az çok değişivermeleri, ışıkçı oğullarının çalıştığı diziyi izleyerek evlerin yeniliğini eskiliğini fark etmeleri dört dörtlük yahu, bir şeylere benzesin benzemesin iyi öykü.
“The Little Anatolia” novella olsa olurmuş, uzun. Anlatıcının araştırmasından izlenimler aslında, Doğu’daki Cevheri nam şehrin tarihini çıkarma teklifini kabul ediyor anlatıcı, ekibini kurup yola koyuluyor ama işin ne kadar zor olabileceğini düşünmüyor. Devletin merkezî şiddeti, geçmişi unutturmaya dair belli belirsiz çabalar, ortadan kaybolan insanlar, tam bir Doğu manzarası. Totalitarizm sonrasının görece sakin atmosferinde bile hâlâ ayrımcılığın, fişlemenin sürdüğünü gösteren ayrıntılar bile okutur öyküyü, mockumentary tarzı bir metin.
Uzun zamandan sonra bir kitap koyuyorum satılmayacakların durduğu rafa, öylesi başarılı.
Cevap yaz