Tuba Kumaş – Uç

Kapağın orijinalliğine değindikten sonra Tuba Kumaş’ın öykülerinin kodlarını çıkarayım, bir de Kumaş tarzı öykü yazayım, tamamdır. Biçim, ses, kurgu, ne varsa kopyala/yapıştır olduğu için gereken malzemeler her öyküde mevcut: gerçeküstü atmosfer, bir adet öküz adam, bir adet özgürlüğe meftun “canım kadın”, bir adet hapishane ev, her şekle girebilen birkaç çocuk. Dili sallamasanız da olur, misal: “Ertesi sabah, annem üstünde geceliğiyle önlüğümü giydiriyor.” (s. 12) Annenin üstlüğü, gecelikle önlük, dilleri var ki neye benzemez bilmem. Evet, “Makas”. Yemek masası, kimse yemeklere elini sürmüyor. Anne, anlatıcıyı gösteriyor eşine, kızının ertesi gün okula başlayacağını söylüyor. “Kıpırtısız, kara bir taş gibi” oturan babaya uzanıyor anne, uzandıkça anlatıcının kulaklarının arkası, bileklerinin içi, ayaklarının üstü kaşınıyor. Tırnakları uzun, babanın gözleri tırnaklarda, anne “saatten fırlayan bir kuş gibi” boynunu uzatıp kaşınmamasını söylüyor kıza. Araya benzetme atmak opsiyonel, şöyle bir çimbik saçın isterseniz. Tırnaklarla alakalı bir öykü de fırlayacak zamanı gelince, elbette tırnakların kesilmesi, koparılması ve en sonunda kesilmemesinin sembolize ettiği kurtuluşla ilgili. Yemeklerden bir öykü çıksa babanın hep aynı yemeği istemesiyle annenin yemek tabağına düşüp kaybolmasını görebilirdik, anlatıcı nefesini tutup tabağa atlar ve annesini kurtarır, babasının yemekteki yansımasını hacamat eder ve gastronomi âleminde mutlu mesut yaşardı. Dönelim, kapı çarpıyor, anlıyoruz ki baba evden çıktı. Anne kızına eziyet ediyor, anlıyoruz ki anne de babanın çemberinde. Kız vuruyor annesine, eziyetten kurtulmaya çalışıyor, aralarında sevginin zerresi yoksa, kızın bir parça sevgi duyduğunu da görmüyorsak ikisinin kız sayesinde kurtuluşlarını lop diye yutmak zor. Ne oluyor, baba pılı pırtıyı toplayıp gidiyor bir gece, anneyle kız kalıyorlar, sonra kız okulu asıp dağ bahçe geziyor, eve geldiğinde kaşındığı yerlerden iplerin çıktığını şaşkınlıkla fark ediyor. Annenin uzanacağı bir baba yok, uzanma sırasındaydı kaşıntılar, şimdi nedir? Kız orasını burasını kaşındıkça ip, daha fazla ip, tavana uzanan ipler. Makas yardımıyla kurtuluyor kız, annesini de kurtarıyor, başta yalpalıyorlar ama dengelerini buluyorlar, anne gülümsüyor, birlikte eşikten atlıyorlar. Ne iyi, kurtuldular. Ayı baba uzadı, anne yine arıza ama düzelsin haydi, kız aydınlandı ve çıkışa yöneldi, musmutlu bir son. Siyahtan beyaza lak diye geçtik, yüzeyin bir milim altına inemedik, kupkuru anlatım boğazımızda kaldı, neyin neye tekabül ettiğini kaçırmamak için “alarm okuma”ya geçtik ama değmedi çünkü üfürükten bağlantılar dışında bir şey bulamadık. Hadi yine makasın olayı öykünün sonunda, hö diye açılmadı hikâye de “İğne” evlere şenlik. Anlatıcı yutkunduğunda kan tadı alıyor, damağına batan büyük bir iğne var, doktora söylediği. Eve dönünce annesi kapıda, yakalandığını söylüyor. Oltanın ucundaymış. Sadece iğnenin sahibi çıkarabilirmiş. Her an takılabilirmiş bu iğne, belli bir yer, zaman eseri değilmiş, öpüşmek için ağzı açınca, uzun bir kahkaha atınca şak diye saplanırmış. Anlatıcı küçük bir kızken bile oradaymış: “Dizkapaklarımı birbirine yapıştırıp bir köşede otururken, göğüslerimi saklamak için kamburumu çıkarırken, biri bana sesini yükselttiğinde başımı peş peşe sallarken, vücudumdan çıkan ilk kanı gizlemeye çalışırken, hava karardığında doğruca eve yürürken…” (s. 19) Bu kadar bodoslama devirir öyküyü, devirdi, buradan sonra okumayı bırakmak lazımdı ama mevzunun nereye gideceğini merak ettim, bir de başka kitap almamıştım yanıma, üstelik Zeytinburnu SGK’ya gidiyordum, biraz gergindim çünkü annemin ilaçlarının geri ödemesi reddedilince oradan birkaç memura çıkışma ihtimaline hazırlamıştım kendimi, okumaktan başka yapacak bir şeyim yoktu kısaca. Yakalanmış tüm kadınları fark etmeye başlıyor anlatıcı, başlarını öne eğen kadınlar, gözlere bakmayan kadınlar, sırf acılardan ibaret kadınlar, tiplikten bir adım öteye varmayan kadınlar, iğne yokmuş gibi davranan kadınlar, iğnenin varlığından haberi olmayan kadınlar. Diyeceğim ama haberi olmayan yok, herkes çok bilinçli, tuzaktan kurtulmaya çalışıyor belki. Anneyle balığa gitmeli bir bölüm var, orada iğneyle annenin bağdaştırıldığı bir son, meh. “Erke”de tuttuğu dileğin gerçekleşmesiyle babasını öldüren kızın intikamı, “Tohum”da çatlayan duvarları bir arada tutmak için yuttuğu tohuma güvenen bir kadının çabası, “Bağ”da elbette camış bir baba, duyarlı bir çocuk, senede bir gün uçurulan uçurtma, babanın doğru zamanda ortada olmaması, yanlış zamanda ortada olması, birlikte uçurtma uçururlarken çocuğun havalanması, gökyüzünde rengârenk bir ortamla karşılaşması, sayısız uçurtmanın adeta gizli saklı bir köşede, göğün bir bölgesinde salınması modüler işler olarak görülebilir, mesela uçurtmayı alıp babasını öldüren kızın öyküsüne koyarsınız, tohumu uçurtmanın yerine koysanız olur, yani eldeki on malzemeyle on farklı yemek yapabilirsiniz ama her şeyin eşit ölçüde değerlendirildiği ögelerden bambaşka bir şey çıkmamış. Bu son öyküde tavana uzanan örümcek ağı var mesela, ilk öyküye yapıştır gitsin. “Tırnaklar” kesme eylemiyle ilgili, duvarları tırmalamasın diye tırnaklarından olan kadın aynada dişlerine bakmaya başlıyor bu kez, vücudunda tahakküm kurulacak yeni bir alan bulunduğu için mutsuz. Mutlu veya, kim bilir, şimdiki zamanın otomatik tüfek ratatasıyla sunulmasından karakterleri tırrıt diye geçiyoruz, yüzeyden hiç ayrılmıyoruz dediğim gibi, olay örgüsü çözülmesin de ne olursa olsun. Aşırı hızlı öyküler, tutulacak yeri de yok, yardır gitsin. Öykü yazmaya geçeceğim ama şuna dikiz: “Kapıyı kapatıp aynada dişlerime bakıyorum. Dişlerimi daha iyi görebilmek için daha çok, dişlerimi daha iyi görebilsinler diye daha çok gülümsüyorum.” (s. 54) Dişleri daha iyi görebilecek olanlar yok öyküde, üçüncü çoğul şahısla ilgi yok yani, aslında dişlerin daha iyi görmesinden bahsediliyor ama bahsedilmiyor tabii, cümlenin cortluğundan ötürü başka bir şey anlaşılıyor. “Daha çok” enflasyonunun önünde durmalıyız, “‘daha çok’ parantezi”ni daha sık kullanmalıyız. Son olarak “Akvaryum”, akvaryum ev. Çiftimiz yaşıyorlar, güzel, sonra evde bir balık peydah oluyor. Havada balık, sonra balıklar. “Yaşadığım evi, içinde dolaşan balık, etrafı saran bitkiler gerçek değilmiş gibi geliyor ama hemen kovuyorum bu düşünceleri kafamdan.” (s. 57) Niye yav, gerçek olmayabilir. Yabancılaşma falan. Ne bileyim, bir vaziyet var evde yani, bence karakter biraz daha düşünmeli. Filan.

Öykü: “Akşam olduğu zaman gelmiyor babam, annem yerleri diş fırçasıyla ovmaya başlıyor. Yardım etmek için eğiliyorum, boynuzlarım perdeye takılıyor. “Dikkat etsene!” diye bağırıyor annem, perdeler çeyizinden. Evin kül kokan havası dağılsın diye pencereyi açıyorum, soğuk bir rüzgâr esiyor içeride. Annemin dizlerinden çatırtılar geliyor. Yarın okuldan kaçmayı düşünüyorum, kapıdan girerken başımı eğdiğimde kahkaha atıyorlar, katlanamıyorum. Her şey bulanıklaşıyor, geyiklerle akraba olup olmadığımı soruyorlar. Annemin azarları canımı yakmıyor da arkadaşlarımın düşüncesizliği mahvediyor beni, dağa taşa koşmak istiyorum. Ağaçların dallarına taktığımı hayal ediyorum boynuzlarımı, sanki merdivene tırmanırmış gibi tırmanıyorum da en yukarıdaki dala tünüyorum, bir bülbül gibi ötmeye başlıyorum. Aşağı indiğimde ağaçların şarkılarını dinliyorum, otlara yayılıp şarkılar söylüyorum. Odamdaki çalı labirentleri salona yayılıyor, annem çalılara diş fırçasını sürterken ben yerleri temizlemeye devam ediyorum. Gecenin bir vakti babam geliyor. Törpüsü sağlam, boynuzlarımı törpülerken annem babama koşuyor, diş fırçasını rüzgâra tutup kurutuyor. Hep beraber çalılara dalıyoruz, ormanımız huzurlu.”

Biraz abarttım, öyküyü babanın da içinde olduğu bir manzarayla bitirip aşırı değişik bir şey yaptım. Umarım beğenmezsiniz.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!