Ortalık yerlere bırakırım ki okuyacağım şeyi seçmeye çalışırken gözüm takılsın, şöyle bir heyecanlanıp aramaya devam edeyim. Sibel K. Türker’in kitapları. Nefes aldırır. O savruluş bilirim hikâyelerdeki, bende daha örgütsüzü vardır, hissimce kuzen savruluşlar. Anlatıcı Ayda da söyler arada bir, üç kez sanıyorum, ne anlatacakken neler anlattığını, neleri anlatmaya kalkmadığında neleri anlatmamaya çalıştığını. Tempoyu düşürür, çok belirgin çizgilerde yürümeye başlar bir süre sonra, hikâyeyi zayıflatır ama başlarda performans tavan. Annesini Şükran’ı kaybettikten sonra ölümlü olduğunu anlamasıyla. Ani ölüm ertesi günün olmadığını fark ettirir, o andan sonra yaşam bir sonraki gün sonlanacakmışçasına şenlikli. Yaşamın anlatımı en azından, yaşamın kendisi acı. “Annem öldü ve ben bu gidişattan bıktım artık. Dünya üzerinde ilk ölen anne değildi ve son olması için de bir dileğim yoktu. Bu durum kalbimi imansızlığa bulaştırdı sadece; sapkın bir evladın bulaşabileceği türlü evhamla tanıştırdı.” (s. 9) Dikkatle bakan görür ki iman, inanç da alttan alta gösterir kendini, Ayda ara sıra Kuran’dan alıntı da yapar, mütedeyyinlerin dünyasından kendine sakinlik çıkarmaya da çalışır, sabrını Eyüp’ten de bilir, referansları takip edince bir arada tutmaya çalıştığı yaşamının parçalarından birinin uhrevi öge olduğunu anlarız, terk edilmiştir ama ağırlığı hissedilir. Komşusu, sonradan yakın arkadaşı Neşe’nin erkeklerle yaşadığı çılgın olayları tepkiyle karşılamasını buraya mı bağlarız, bağlarız, bu ölçüde derin bir karakterin dayanışmadan, anlayıştan uzağa düşmesi başta, sonradan siyasi ve feminist bilinç “kazanması” bir şeyleri geride bırakırken başka şeyler kazanmasıyla ilgilidir. Konuşmalarından da bu anlaşılır, birlikte kurtlarla koşmaya başlarlar ama çatışmaları aşamadıkları bir zaman vardır, kopukluk oluşur, Neşe kilo kaybetmeye başlarken Ayda şişmanlamaya başlar, barıştıkları zaman birbirlerine destek olmayı sürdürürler. Yakın hayatlar değil, Neşe bar ortamını sevmez, Ayda konken ortamını sevmez, Neşe evden atılmasın diye Ayda’ya kredi de verir çalıştığı bankadan, hastalıkta ve sağlıkta yalnız bırakmaz. Önemli olan birbirlerini kollamalarıdır, kız kardeşler bunu yaparlar çünkü, metindeki kadın dayanışması üst perdeden dile getirildikçe etkisini yitirir ama öylesidir karakterlerin istedikleri. İkisinin sohbetlerindeki planlılık da rahatsız eder, akıllıca sözler söylemekte üzerlerine yoktur, vecizeler fışkırtırlar sıklıkla. Arızalarına rağmen yeterince iyi kurulmuş bir dostluk, aralarındaki tansiyonun ayarlarıyla oynandığını hissetmeyiz en azından, tepeden inme etkiler yoktur. Türker’in karakterleri sıkı kurulmuştur zaten, kapladıkları alanı her açıdan doldururlar, bir tek iletişime geçtiklerinde arızalar çıkar çıkarsa. Bardaki muhabbetler mesela, sahne yaratımının yapaylığı göze çarpar, aralara sokuşturulan lanlar lunlar yüz ekşitir. Tipler pek bir şey katmaz hikâyeye, Ayda’nın âşık olduğu adam Gurur ortadan kaybolup mevzuya polis dahil olunca soruşturma geçirirler, bazıları Ayda’yı işaret ederler, aralarından biri ikisi âşık olacaktır kadına, tanrıça gibi güzel bir kadının âşık olduğu adamın umursamazlığı göze batacaktır. İyiler yine de, selamları var. Birinin şarkı sözüne/şiire âşık olup Ayda’yı darlaması, kadının seslendirme yaptığı stüdyonun sahibi Korhan’ın sese tutulması falan, etrafında pervaneleri döndürüp durur Ayda ama Gurur yüzünden yıkılmış, hiçbir şeyi göremez hale gelmiştir. Kim söylüyor, biri söylüyor, yaşadığı herkesin başına gelen ve etkisini kolaylıkla yitiren bir şey, Ayda da unutacak, telaşa mahal yok. Oysa geçmişinden getirdiği onmaz yaraları var Ayda’nın, öncelikle Şükran’ın ölümü, sonra Gurur’un terk etmesi ve ortadan kaybolması, hepsinin öncesinde yetimhanede geçirdiği günler. Bu günlere dair yalnızlık anlatısı eksiksiz, Şükran ortaya çıktıktan sonra birlikte yaşama çabaları yine öyle, Şükran’ın gençliğindeki bunalımları neden evlat edinmek istediğini temellendiriyor da maddi durumu kötü, gecekonduda yaşıyor kadın, eşi yok, Ayda’yı nasıl veriyorlar anlamış değilim. Liseye başladığında yuvaya geri dönüyor Ayda, birkaç günlüğüne Şükran’ın yanında kalabiliyor, ilginç. Şükran yaşlı bir adamın bakımını üstleniyor, sonra adamla evleniyor ve üvey evlatlarıyla sorun yaşıyor zira adamın ölümüyle birlikte miras kavgası başlıyor tabii. Evi alacak mı, ömrü yetmediği için mücadeleyi kızına bırakıyor. Ayda’nın o tarafta ne yapıp ettiğine dair hemen hiçbir şey yok, oralar biraz daha açılabilirdi sanki. Evin lak diye yıkılmasına ne demeli bilmiyorum, tepeden inen bir şepeşileyle derdin ortadan kalkması mı, evin önemsizliği mi mevzu, bu en stepne yan hikâyelerden biri. Var böylesi bir iki tane, Türker genellikle anlatıcının parlayan sayıklamaları üzerinden genişletir alanı ama karakterlerin limitleri belliyken onların sıradan yaşamları anlatıcının parlaklığını azaltıyor ister istemez, hız yavaşlıyor, anlatımdaki zenginlik kayboluyor. İlk bölümler fişek gibi ama, Ayda’nın etrafındaki dünya aydınlandıkça kadının neyin içine düştüğünü anlıyoruz. Sonra anlamıyoruz, barın dandik ortamı, Ayda’nın rakmedıl solistliği sönük parçalar olarak kalıyor. Aynı şey Burhan Sönmez’in Labirent‘inde de vardı, hani müzisyenlik vardır ama müziğin hikâyeye etkisi yoktur, misal Ayda bir ara Janis Joplin’den “Summertime”ı söyler, elbet Janis Joplin söyleyecektir. Ve kalacaktır öyle bu bahis, eşelenmeyecektir. Tercihtir, anlaşılabilir ama karakter bir de buradan genişlese dünyayı da genişletirdi. Sayıklama, gevezelik, zengin anlatı, hepsinin kurduğu atmosfer. Eksik değil, tam değil.
Gurur işte, ortadan kaybolur, kaybolmadan önce Ayda’dan ayrılmak istediğini söyler çünkü Ayda donuktur, keskindir, Gurur’un canını acıtmış veya rahatsız etmiştir en azından. Hastalık geçmek bilmez bir süre, buhrandan -hummadan demeliyiz belki, kendine yakıştırdığı ve tıp biliminin gösterdiği üzere hummaya tutulmuştur Ayda, tabibin gönlünden el çekmesini istemektedir- kurtulması için Gurur’un yardımı da yeterli değildir. Esrarengiz komşusuna gider bir ara, adam kapıyı açmaz ama kendinden geçmek üzere olan kadının kapısına bir torba ilaç bırakarak elinden geleni yapar. Adamın nereden geldiğini Neşe anlatıyor, sanıyorum metindeki en üfürükten yan hikâye o adamın piyasaya çıkması. Bir de üniversite olayı var, Şükran yaşlı adamdan tırtıkladıklarıyla kızını önce dershaneye, sonra üniversiteye gönderiyor ama kızın okulu bitirip bitirmediği, üniversiteden sonra işe girip girmediği belli değil, bu da toprağa varmayan kök olarak duruyor öyle. Neydi, Ayda seslendirmelerden kazanıyor üç beş, yetiremeyince Neşe yardım ediyor, bir de sahne olayları var ama kuş kadar para kazanacak günün sonunda, yaşamı sürdürülebilir değil ekonomik açıdan. Gurur’un kaybolmasından sorumlu tutuluyor bir ara, müstakbellikten çıkan kayınbiraderlerinin suçlamalarına maruz kalıyor, yaşamı katlanılabilir değil çektiklerini düşününce. Suçlayabileceği bir anne, baba, kardeş yok, boşlukta bir başına süzülüp gelmiş o yaşa, Gurur’un analitik zekâsıyla yeterince boğuşmuş zira felsefeciymiş adam, akademisyen miymiş, aşktan beyin durunca pek de boğuşmamış aslında. Acının söze dökümü yok da hayatın hafiften kaymaya başlaması, yardımsız toparlanabilir değil. Yaşamı pek de savrulmuyor Ayda’nın, gündelik rutinlerini sürdürüyor, işini gücünü eksiksiz yapmaya çalışıyor döke saça. Ankara’nın sokaklarında dolanan bir gölge değil de bastığı yeri hisseden hassas, biraz da geveze bir kadın. Yaşamayı sevip sevmediği yaşamayı sürdürdüğünden anlaşılabilirse, eh, bu konu iki kez ele alınıyor, sonuçta Gurur’un ortaya çıkıp çıkmayacağı, sahnenin nereye varacağı merak ettiriyor Ayda’ya, hayat o zahmete değecek gibi değil ama nereye, ne zamana kadar sürecek? Neşe gibi arkadaşlar var oldukça gittiği yere kadar.
Arızalı, iyice roman.
Cevap yaz