“Tiryak” Tanrı’nın konuşmaya başlamasıyla ilgilidir. Anlatıcı ve tüm insanlar bir sabah uyanınca arıların veya çekirgelerin istilasına uğradıklarını sandılar. Öyleydi, kıyamet alametlerinden biri çekirgelerin buldukları her şeyi yemesiydi, Tanrı’nın kendi sesini duyurmasıyla birdi. Anlatıcıya dönelim, evde annesi, anneannesi ve Gülgün teyzesiyle birlikte yaşıyor, anne baz istasyonlarından, uydulardaki sorunlardan bahsediyor ama teknolojik bir problem değil bu, Tanrı’nın teknolojiyle arası pek yok ki doğrudan kendini sunuyor insana. Telefonunun hafızası dolduğu için vahiyleri bir türlü alamayan birinin öyküsü bu dünyada geçebilir. Her neyse, alt kat komşusu Feridun Bey teknik bir problem olduğuna dair fikir yürütür, arabasına atlayıp gider. Yaşam seyrinde akıp gitmekteyse de bir süre sonra her şey raydan çıkacaktır çünkü Tanrı hoş gelmiştir, insana biraz fantastik gelmiştir ama gerçektir nihayet. NASA toplantı üzerine toplantı yapar, Papa önünde ağlaşan kalabalığa karşı konuşma yapar, televizyonda diyanet işleri başkanı Tanrı’nın cızırtılar çıkarmasından rahatsız olmuş gibi açıklamalar yapar, kısacası neler olup bittiğinden kimsenin haberi yoktur ve Tanrı gelmiştir. Ekmeğe yağ sürülür, vişne reçeli yenir, evde her şey günlük rutine uygun olarak yapılsa da çatlaklar belirmeye başlar. Evdeki ilaçların tümünü içmek kalıcı probleme kalıcı bir çaredir, cesaret istediği için kimse yeltenmez. Annenin bir arkadaşı günler sonra yüzlerce hap yutup intihar edecektir, böylece sesin kaynağını bulma çalışmalarına katılacaktır belki, canına kıyanlar inancın bilgiye dönüşmesine katlanamayanlardır. Bu konuyu Ted Chiang da işlemiştir, göklerden inen melekleri karşılarında bulan insanlarla Türker’in insanları yan yana konabilir, öylesi bir şaşkınlık ve kanıksama çıkar ortaya. Anneye göre helak olamazlar, Tanrı onlarsız yapamaz. Anneanneye göre Kur’an okunmalıdır, anlatıcıya göre baba her neredeyse bir telefon etmelidir. Sonrasında bütün apartman ahalisinin toplandığı bir yemek, âşıkların nihayet birbirlerine açılmaları, cesaret edilemeyen ne varsa hepsinin yapılması, başka bir anlam yoktur çünkü. Anlatıcının finalde söylediği gibi insan her şeye alışır, Tanrı’nın varlığına bile. Gerçi bu tür bir final iyi bir bağlama şekli midir tartışılır, olanların geniş bir özetini ve anlamını sunan toparlayıcı birkaç paragraf öykünün bitmek üzere olduğunu gösterir, Türker başka öykülerde de bu tekniği kullanır çünkü. Vurucu bir olaya gerek yok, bir olayla da sona erebilir, yakışır. Tournier’nin piyanodan melek çıkarttığı öyküyü hatırlıyorum, adını bir melekten alan piyanist yeteneğinin çok altında bir iş yaparken Bach’tan bir şey çalmaya başlar, şamatacı izleyiciler susarak ilahi bir âna şahit olduklarını anlarlar, en sonunda da İsrafil fırlar işte, her şey son derece normaldir, öykünün dokusunda bir değişiklik görülmez, anlatılanlar sadece olağanlıktır. Türker biraz dalgalandırıyor öykülerini, sarsıyor ama yine de “yediriyor” diyebiliriz. Ne iyi bir öykü bu mesela. “Onlar” da en az “Tiryak” kadar iyi, benzer teknikle yazılmış bir öykü. İlkinde diyalog ağırlıklı biçimde örülen yapı burada anlatıcının düşüncelerinden imal edilir. Nedir, Yabayabalar vardır dünyada, bir tek anlatıcı onlara “Yabayaba” der, diğerlerinin ne dediğini bilmez. Pek kimse de bir şey demez zaten, lanetlenmiş varlıklardır onlar, adları ağza alınmaz. Lanetleri rüya görmemektir, bir insanın Yabayaba olup olmadığı on sekiz yaşından sonra rüya görüp görmediğiyle anlaşılır, rüya görenler ayrıcalıklılar sınıfında sayılırlar. Her genç bir tür sınavdan geçerek ne olduğunu açığa çıkarır, anlatıcı için bu sınav gördüğü bir rüyayı yazmaktır. Ailesinin okuyacağı rüyayı uzun uzun yazar, öyle ki yazarın okuru kaybetmeyi göze aldığını düşünürüz ama öykünün taklası iyidir, anlatıcı Yabayabalara dair onca şeyi anlattıktan sonra kendi rüyasına döner ve anlatımda abartıya kaçıp kaçmadığını düşünür, rüyayı hiç hatırlamaz çünkü, rüyaların anlattığı gibi olup olmadığını da merak eder.
Hemen her öyküde bir tür gerçeküstü mevzu çıkar ortaya, “Seni Yazacağım Galiba”da Fazilet’in ve anlatıcının yaşamıdır bu. Fazilet bir gün anlatıcıyı arar, birilerini tanıştırmak istediğini söyler ki yazar anlatıcıya malzeme çıksın. Fazilet hareketli bir yaşamdan sonra durulmuştur, çokça insan tanıdığı ve herkesin birilerine ihtiyaç duyduğunu bildiği için kolları sıvar, etrafındaki insanları tanıştırmaya başlar. Bu işten kazandığı parayla geçinip gider bir yandan, anlatıcının karşısına çıkardığı üç kişiden ne kadar kazandığını bilmiyoruz ama insanlardan ziyade hayallere boğduğu anlatıcıdan iyi kazanıyor olsa gerek. Dördüz cüceleri olan kadın, buharlaşan adam, farklı renkteki gözleriyle farklı şeyler gören kadın, fantastik kim varsa anlatıcının karşısına çıkar ama anlatıcının asıl yazmak istediği Fazilet’in hayatıdır. İzin alamaz, Fazilet’in evinden çıkar ve Rüya Sokağı’na sapıp Hayal Yokuşu’nu tırmanır, bindiği taksinin camından Gerçekler Büfe’yi görür. Olumsuz bir şekilde andığım sonlardan biri bu, öncesindeki iyi anlatıya uygun bir son değil, yavan. Türker iyi buluşlarını yine iyi oyunlarla inşa ediyor ama son basamakta tökezleyebiliyor, hikâyenin hoşluğundan sonra üzüyor bu durum. “Kara Çarşaflı”da yok bu, hatta bu öykünün kitaptaki en iyi öykü olduğunu düşündüm, bir daha düşününce emin olamadım ama diliyle, kurgusuyla ilk üçe girer. Bir deliyle ve kara çarşaflı Seher’le ilgilidir bu öykü, tutkunun öyküsüdür. Seher’le yatan delinin ağzından şapır şupur akıttığı salyalar, saçlarında konuk ettiği bitler, üstünün kiri pası anlatıcının sinirlerini bozar, Seher adını verdiği ama aslında adını bilmediği kadın o deliyi koynuna nasıl alır ki? Gözlerden ibarettir, vücudunun geri kalanı tesettür gereği gözlerden uzaktır ve gözlerden uzak olduğu ölçüde hayallere yakındır, anlatıcı kendi hayalinden bir kadın çatar, kadının eşi ve iki oğlu vardır ama deliyledir işte, çıldırtıcı bir gizemdir bu. Anlatıcı birkaç öyküde olduğu gibi yazmakla iştigal eder, belki de bu yüzden kadınla adamın aralarındaki ilişkinin detaylarını öğrenmek ister. Seher’e yanmıştır biraz da, bu yüzden delinin ölümünü mutlulukla karşılar, hayaletini mutsuzlukla. Hayalet de delidir, bu yüzden neden öldüğünü kestiremez, yaşamına değil de varlığına devam eder. Böyle demek daha doğru herhalde. Bir paragrafı alıntılayayım, Türker’in ilginç buluşları ve diliyle ilgili fikir versin: “Fakat memelerinin iri olduğunu görebiliyordum; şüpheleniyordum, bakkala kendi sütünü mü sağıp götürüyor diye. Yapış yapış parmaklar. Süt kokulu, ekşi. Yutkunuyordum.” (s. 93)
“İç Deniz”, “Ah” ve kitaba adını veren öykü son üç durak. İlkinde Ankara’daki iç denizin kimse tarafından görülmediğine dair şaşkınlıkla dolu bir öyküdür. Ankara’nın denizi bir muamma, her deniz gibi mavi, vapurlu, tekneli ve esintili bir deniz, yokmuş gibi davranılıyor, kimse farkında değil, anlatıcı bu denizlikten öteye gitmeden ağır ağır kuruyor anlatısını, denizin, Ankara’nın ve kör insanın etrafında dolanıyor, çok hoş bir öykü. “Ah” yine hoş, Türker’in izleklerinden “dertli aile” konulu. Tek problemi karakterlerin yerelleştirilmemesi sanırım, konuşmalarda dil tertemiz, herhangi bir özgülük yok, sonra bir bakıyoruz ki aileden biri şöyle konuşabiliyormuş meğer: “‘Anne sen karışma, mutfağıma da girme yav… Az sonra hep birlikte yiyecez işte. Bekleyememiş mi oncacık?’” (s. 24) Bu kadın ailesinden kopuk bir şekilde de büyümemiş, neden böyle? Bilmiyoruz. Son olarak, işte, aşklı öykü. İlk üçte bu da, aşkın rastgeleliğini rastgele hikâyelerle bağlamaya çalışıyor ama bağlasa anlatılan aşk olmaz, aşkın nöronları birbirine tokuşturup çıkardığı kaos olmaz, öykü dağınık olmalı ki dağınık, öyleyse okunmaya değer. Türker’in bu kitabı pek beğenilmemiş, ben tek bir tanecik iyi öykünün bulunduğu kitapları tuttuğum için bunu da tutuyorum ve tavsiye ediyorum, Türker’in sesi iyi, özgün.
Cevap yaz