Erez’in alıntıladığı kaynaklar canavar gibi okuduğunu gösteriyor, mevzular zaten ilginç, işçilik iyi, kara mizah da var, sıkı denemeler yani. Her şey 12 Eylül’le başlamadı ama küçücük bir örgütlenme çabasını, hukuku, demokrasiyi katleden 12 Eylül, denemeler Antik Yunan’dan başlayıp günümüze gelen insanlık halleriyle birlikte darbe sonrası kodamanlarının olabildiğince asık yüzlerini ve höt höt akıllarını merkeze alıyor, matrağını geçiyor bir güzel. MEB millî duyguların yeni nesillere aşılanabilmesi için süper bir strateji tespit etmiş mesela, derslerde millî şuuru, örf ve adetleri öne çıkarmak için çalışmalar yapmış. Nedir, Hacı Osman yokuşundan inen bir kamyonun kuvvetinden millî mekanik, başka bir şeyden millî statik, camilerdeki yankılardan millî akustik soruları falan yazılabilir. Arşimet’ten bahsetmeye gerek yok, Roma ve Yunan unsurları kitaplardan silinirse ne kaybedilir ki, daya gitsin. “Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin Genel Müdürü’nün folklorik bale uygulamaları başlatmak için talimat vermiş olduğu hatırlardadır.” (s. 10) Hemen bir talimat, Eğirdir Gölü Balesi hazır. Birimleri hemen yerelleştir, “volt” zaten sakıncalı, yerine bir şey bulunur. Maksat bağları koparmaksa iş değil ama gerçeği çarpıtmanın bedeli kuru köklerle birlikte kurumak, Erez çoktan reddedilmiş, göz önünden kaldırılmış olasılıkları göstererek kültürel basamakları ortaya çıkarmaya çalışıyor. Kaynaklara girmeden hikâyeyi aktarayım, Sabahattin Batur müzik konferansları düzenlermiş bir zamanlar, rahmetli Nezih Uzel en yetkili abilerden, Mevlânâ’nın devrindeki müziğe dair yorumlarda bulunmuş o konferanslardan birinde: Bursa Ulu Cami’de ilahi okuyan birinin sesini banda almış çünkü aslında Ulu Cami okuyormuş o ilahiyi, öyle bir yankı, Mevlânâ böyle bir müziği dinlemiş olmalı. Köke ilerleyelim, Selçuklu Sarayı’na Rodoslu musikişinaslar gelmişler, konserler vermişler ve sultana danışmanlık yapmışlar, Moğol saldırıları sırasında da Bizans’a dönmüşler. Mevlânâ o dönemde Konya’daki St. Chariton Manastırı’nın papazıyla dostmuş, dolayısıyla Mevlevi müziğiyle Bizans müziği arasında önemli ilişkilerin tesadüflerle de olsa kurulması mümkünmüş. Mısır’daki Melitçiler ve Yahudiler de “kutsal raks”a yabancı değilmiş, daha belirsiz bir kaynağa işaret ediyor Erez, Bizans’ın da öncesinde bağ kurulmuş olabileceğini söylüyor. Pek çok örnek var böyle, Yavuz Sultan Selim 16. yüzyılda Mısır’dan hayalcileri getirmiş, gölge oyunlarının en başta Arap Yarımadası’na gelmesinin Uzakdoğu’ya gidip gelen tüccarlarla mümkün olma ihtimali kuvvetli. Kilimlerimizin desenleri Çatalhöyük ve Hacılar’da çıkarılan kap kacaktan, yemeklerimiz Romalılardan, Mudurnu civarında kutlanan bahar bayramı “Betnam” Keltlerden, çinilerimiz Çin porselenlerinden, yağlı güreşimiz Yunanlardan, yani Türk-İslam sentezi oluşturmak için yok edilmeye çalışılan kültür çorbası öyle şak diye dökülecek gibi değil. Mehter hadisesinde de bir çarpıtma var, o konferanslardan birinde Asya’daki Türk müziği örneklerini sunan Oruç Güvenç’e karşı çıkıyor Ahmet Esad Ben’im, özeti şu: “Ahmet Esad Bey, Münir Nureddin’e eski arşivleri karıştırıp, Hamparsun notası ile yazılmış gerçek mehter havalarını bulup, icra ettirmesini önermişse de, sonuç alamadığını da açıklamıştı. Ona göre bütün bunlar tarihi ihya etme, millî değerlere bağlılık gösterme gerekçesiyle yapılan saygısızlıklardı…” (s. 28) Alaturkanın iyisinin Paris’te dinleneceğine dair kabulün kaynağına bakınca 1920’lerdeki ayrıştırma çıkıyor ortaya, o tarihe kadar Klasik Türk müziği ve Arap müziği birbirine yakınken Saadettin Arel’in Atatürk’ten aldığı direktifle Türk müziğini Batı müziğine yaklaştırması aradaki benzerliği silmiş. Açığa çıkarmak için Şerif Muhiddin ve öğrencisi Cemil Beşir’in yorumlarını dinlemek kâfiymiş, icralarında formasyonları gereği oluşan farktan müziğin ideolojiyle yoğrulduğunu duymak mümkünmüş. Tepedekilerin çıkardıkları güncel arızalara da örnek veriyor Erez, misal Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı bir tüzük hazırlamış o dönem, tüp bebek yönteminin uygulanabileceği durumları belirlemiş, rahim kanalları gerçekten tıkalıysa izin çıkacakmış söz gelişi. Uygulamada çıkacak sorunlar bir yana, tüp bebek komisyonu diye bir komisyonun kurulmuş olması saçma Erez’e göre. Beyoğlu Kaymakamı göreve başlayalı üç hafta olmuş, ben bugün dinledim kendisini, matrak birine benziyor. Bir konuyla ilgili tartışma dönerken yapılması istenmeyen şeyleri düğümlemek için hemen bir komisyon kurulup topun düğümün komisyona atıldığını söyledi, cuk oturttu. Bütün bunlardan sonra zevksizliğimize dair denemeler geliyor, birinin konusu ulusal marşımız. Yani şu haliyle gerçekten çok kötü bir marş ya, prozodi gülünçlükleri bir yana, Org. Nurettin Baransel marşı çok yavaş bulduğu için hızlandırmış bir de, necip milletimiz öyle mıy mıy söylemezmiş marşı, hayt huyt söylemeliymiş. “Böyle at koşturur gibi söylenmeye başlanınca bestecisinin ne gibi bir tepki gösterdiği sorulabilir. Zeki Üngör, o tarihte kalkmış bu hızlanmanın uygun olduğunu, aslında kendisinin unu, İzmir’e giren atlıların seslerini dinleyerek yazdığını açıklamıştır. Üngör’ün bu eserinin G. Donizetti’nin Vatikan kitaplığında bulunan bitmemiş bir operasının intermezzosu içinde yer alan bir temaya fazlaca benzediğini ileri sürenler vardır.” (s. 126) Marş çorlama çıksa ne makara olurdu, araştırmacılar göreve. Kâmil Gök’le Mehmet Fırçasıgüzel hakkı verilmeyenlerin son halkaları olsunlar, Ferit Edgü’nün Jean Dubuffet’ye yazdığı mektupta bahsettiği Kâmil Gök iyi biliniyor da Gök’ten belki de daha yetenekli olan Fırçasıgüzel’e dair pek bir şey yok, şunun dışında. Bodrum’a giden Edgü şaşkına dönüyor bir gün, öyle bir evle karşılaşıyor ki sahibiyle hemen tanışmak istiyor. Erez de gidip tanışmış, köylüler her eseri parçaladıkları için geriye pek bir şey kalmamış ama Gök’ün dehasını gösterecek kadarı varmış. Çocuklar çok severmiş onun yaptıklarını, bakıp bakıp yorumlarlarmış, açık havada müze gezintisi basbayağı. Fırçasıgüzel bambaşka bir olay, Polonezköy’e yakın Cumhuriyet Köyü’nde yaşamış uzun süre. Hani merak eden olur, aratıp taratıp bu sayfaya ulaşır diye uzun uzun yazıp bitireceğim yazıyı: Selanik’in Demirhisar kazasında doğan Fırçasıgüzel babası ve dedesi vurulduktan sonra Gülcemal vapuru ile Tekirdağ’a göç ediyor çocukken, İstanbul işgal edildiği zaman Tekirdağlı Rumlar ayaklanınca istikamet İstanbul. Annesi saray kazasından Recep Fırçasıgüzel’le evlenmiş, Recep Bey dükkânlara tabela, evlere levha yazarmış, Kapalıçarşı girişinde bir ressam dükkânı varmış. Almanya’dan gelen kadife üzerine yağlı boya resimlerin çok daha iyisini yapabileceğini söylemiş Mehmet babalığına, gerçekten de becermiş ve sağlam para kazanmışlar o dönem. Almanların 500 kişilik bir deniz uçağı yaptıklarını duymuş, arkadaşı ona uçağın bilgilerini yollayınca kendi uçağını yapmış Mehmet, bir tayyare yüzbaşısı uçağı Mustafa Kemal’e göstermesini söylemiş, böylece mektebin kapıları açılabilirmiş. Nerede, yaverler Dolmabahçe’nin kapısından savmışlar Mehmet’i, Vali Muhittin Üstündağ’a yazılan “bunu sanayi mektebine gönder” notu da bir işe yaramamış, Cumhuriyet Köyü’ne taşınmış Mehmet. 1950’li yıllar, köye cami yapılacak, Mehmet hemen Mimar Sinan’ın camilerini tahlil etmiş, şak diye oturtmuş camiyi, bir güzel süslemiş, komşu köylüler de istemiş aynı camiden. Erez’in değindiği bir mevzu iki sanatçıyı ayıran esası aydınlatıyor, Doğu’da sanatçı çok iyi yaptığı bir şeyi tekrar tekrar yaptığı zaman saygı görüyor, mükemmelleşiyor, başka hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan takdir, para, ne isterse ediniyor ama Kâmil Gök gibi yenilikçilere yer yok, onların yaptıkları henüz bir şablona oturmuyor, benzeri yok, öyleyse icat çıkarmasın diye dışlanıyor. “Şehirlerimizde yapılan en yeni camilerin bile üç yüz yıl öncekilerin kopyaları olmasının nedeni de Rönesans sonrası düşünce tarzının bizde henüz yaygınlaşmamış olmasıdır!” (s. 136)
Erez’in günceliyle ilgili denemeler var, esinden bir düşünceyle türetilmiş yazılar var, iyi bir kitap.
Cevap yaz