Erez’in haftalık yazıları, Cumhuriyet‘ten mi, bir yerlerden, memleketin halleri, geçmişten foldofoş edilen insanlık halleri, türlü çeşitli, mesela Anneler Günü yaklaşıyor malum, Erez’in yazısından iki anne: Şevkî Efsar Sultan, Sabiha Kuneralp. Tahta çıktıktan üç ay sonra Çırağan’a kapatılan V. Murad’ın iyileşmesi için elinden geleni yapmıştır annesi, oğlunun boynuna yetmiş sülük yapıştırtmış, hekimlerden ümidi kesince üfürücülere başvurmuş, yetmediği gibi ajanlarını salan II. Abdülhamid’in ölüm fetvalarını etkisiz hale getirmek için türlü katakulli çevirmek zorunda kalmıştır, yeri gelince yılana sarılarak oğlunun sağlığı daha da düzelsin diye padişahtan oğlunun şehzadelik hatırası saatini ve düğmelerini geri istemiştir. Oğlunun iyileşmesini istemez mi anne, ister de yeni korkularla boğuşmaya başlar zira padişah taht kavgası çıkmasın diye neler yapacaktır kim bilir. Sonuçta Sultan ölür, V. Murad da ölür ve Yeni Camii Türbesi’nde annesinin yanına gömülür. Yirmi yedi yıl, annesinin olağanüstü çabasıyla yaşadığıdır. Zeki Kuneralp ayrı hikâye, İsmet İnönü işkillenen üst düzey bürokratlara tabiri caizse saçmalamamalarını söylemiş de öyle kabul görmüş büyükelçiliği, yoksa bilmem ne kalemi olarak bir köşede emekliliğini bekleyecekmiş. Ali Kemal’in Nurettin Paşa tarafından linç ettirilerek öldürülmesini muhteşem öyküleştirmiştir Şükran Kurdakul, keşke tekrar basılsa da o gemideki tedirginlik anlaşılsa. Sabiha Kuneralp eşi öldürüldüğünde çok gençtir ama bir daha evlenmez, yaşamını oğluna adar, İsviçre’deki bir akrabalarının yanında yaşarlar yıllarca. Oğluna vatan sevgisini aşılar anne, elbet dönecekler, nefret etmemeli. Döndükleri zaman Zeki Kuneralp, yıl 1941, Dışişleri’ne girer ve ülkenin en değerli büyükelçilerinden biri olur, son görev yeri Madrid’de eşi Ermeni teröristlerce öldürülür. Emekli olur, İstanbul’a döner, omurilik hastalığı yüzünden hareketleri önemli ölçüde kısıtlanır ama o araştırmalarını kitaplaştırmayı sürdürür. Sabiha Kuneralp oğluna şevkatle bakmaya devam etmektedir, alışverişi yapar, yemeği pişirir, doksan yaşına kadar. “Annelik, biyolojik bir olgunun en yüce, en insancıl bir bağlılığa dönüşmesidir: Her türlü olumsuzluk karşısında yıldırmayan, evladına yardıma koşturan, doksanında bile gücünü yitirmeyen bu dürtü kadar güzel ve anmaya değer başka bir şey hatırlamıyorum.” (s. 139)
Kitaplar, kitapçılar, sahaflar. Üç kuruşa satın alınıp yurt dışında kaç yüz bine satılan nadir eserler, ömrünü kitaplara vakfedenler, Erez bildiği örnekleri anlatırken eleştirilerini esirgemiyor. Bizde matbaadan çıkan ilk kitap mesela, para etmiyor neredeyse, başka ülkelerde müzelere konup sergilenir. İnsan yetiştirmekle ilgilidir bu, “Vankulu Sözlüğü Kaç Para Eder?”de görüyoruz ki böyle bir politikası yok devletin, yallah tazyik mantığı işliyor. Okulların kütüphanelerini düşününce, eh, ayrı bir memurun atanması zaten söz konusu değil zira çoğu kütüphane toz içinde yatıyor öyle. Kendime vazife çıkarıp birkaç şeyi “kurtarmışlığım” vardır öyle devlet kurumlarının kitaplıklarından, bazılarını anlattım, en son Beyoğlu’ndaki eski bir okulun kütüphanesinde “dolandım” biraz. Eminim harap olup gidecekti onca nadir kitap, bakımını yaptım, hele bir tanesinin formaları bile açılmamış yahu, üstelik Azra Erhat’tan imzalı! Eski binalarda varlığını sürdüren eski kurumların kitaplıklarına bakmalı, nelerin çıkabileceğine akıl ermez yani. “Kütüphanecilerimiz ne durumdadırlar? Düşük maaşla ‘paye’ için uzun yıllar beklerler. Bırakınız batıyı, bugün Arap yarımadasında bile kütüphanecilere yurdumuzdakinin çok üstünde maaş verilmektedir. Süleymaniye Kütüphanesi’nde 34 bin liraya çalışmakta olan Ahmet Durmaz üç ay önce Kuveyt’te bir üniversite kütüphanesinde iş bulmuş ve kalkıp gitmiştir… Halen 450 bin lira maaş almaktadır; kendisine lojman da verilmiştir.” (s. 128)
Grand Prix de Peinture et sculpture 1976, Gül Derman yağlıboya bir tablosunu yolluyor, kısa süre sonra eserinin finale kaldığına dair bir takdirname alıyor. Büyük mutluluk. Sergi bitiyor, eser geri yollanıyor, Derman eserini almaya gidiyor. Derman eserini alamıyor zira eseri beraberinde getirmesi gerektiği(?) söyleniyor, hem Derman’ın Fransa’ya yolladığı ne malummuş, o yarışma ne ayakmış? İki yıl uğraşıyor Derman, iki dosya evrak biriktiriyor, tablonun değerinden tam dört kat fazla ardiye parası ödemesi isteniyor. İki yıl sonra pes ediyor Derman, eser kim bilir nerede. İkinci vaka: bilmem ne yalısında bilmem kimler toplanmış, Niyazi Sayın eskiden Orta Asya’da kullanılan ve arpı andıran çok ilginç bir çalgıdan söz etmiş, Asil Nadir bi süre sonra Londra’da o çalgıyı bulmuş ve Türk Müziği Konservatuvarı’na hibe etmek için göndermiş. Aleti gümrükten çekmek isteyen yetkili abilerden hibe senedi ile fatura istenmiş, Londra’dan gelmiş bu istenenler, noter ya da konsolosluktan tasdik belgesi gerekmiş, o belgeler de gelmiş, alet bir türlü gelmemiş çünkü ıvır zıvır bir sürü mesele, oydu buydu derken gümrükte kalan mallar gibi işlem görmüş alet, kim bilir kime satılmıştır. En iyi hikâye İkinci Dünya Savaşı yıllarından, Türkiye’ye göç etmiş bir profesör Basel Üniversitesi’nden bir tüp bakteri kültü istiyor, gümrük memurlarının kataloglarında “bakteri” yer almadığı için küçük ev hayvanı olarak işaretleniyor bu, tüpte yaklaşık 13 milyon bakteri var, her biri 14 TL’den. Şehir efsanesi olabilir devamı, bir şekilde çözülmüştür mesele de insan emin olamıyor, hin bir komisyoncu profesöre yardım edip tam “hayvan” sayısını hesaplamaları için tüpü açmalarını söylüyor gümrük memurlarına, memurlar da hastalık kapacaklarını düşünüp tüpü veriyorlar, bir de küfür sallıyorlar muhtemelen, yolluyorlar komisyoncuyu. Valla eskiden za zü yapılması daha zordu ama nüfus müdürlüğünde önce kükreyip sonra pısan müdürü gördüm, insanımız hayt yapılınca höyt yapmaya alıştığı için, hayt yapılmadan da rahatlıkla höyt yaptığı için hatta, memurlar öyle saçma sapan işlere girmiyorlar veya akıllarını kullanıyorlar ama işi yokuşa sürenlere ben de höyt yapıyorum zira insanlığımı çoktan yitirdim, teşekkürler aziz halkım, ikincisi de höytle çalışan insanları gözlerinden tanıyorum artık. Kendi memurluğumdan biliyorum, insanların çoğu höytle çalışır, yapabilecekleri veya nasıl yapacaklarını kolaylıkla öğrenebilecekleri işlerde yokuş yapanın sesi yükseliyor, bakışları kaçıyor, hemen anlayıp basıyorum höytü, işim beş dakikada görülüyor. Eskiden miy miy miy iş yaptırmaya çalışırdım, cüsseden ummadıkları bir kibarlıkla karşılaştıkları için horozlanmayı bilirlerdi, şimdi bir dikleniyorum ki görmelisiniz, “şamarı koduğu gibi iş yaptırmayı bilen biri” modunu bir açıyorum, tamam. Ha, kibar birine denk geliyorsam hemen ayarı aynı kibarlık derecesine getiriyorum, işimi en hızlı şekilde bu tür insanlarla görüyorum. İyidir, onun dışında odacıların şube müdürlüğüne devşirildiği bir bürokrasi söz konusu, sabır dilerim.
DP’nin yediği haltlardan biri Cezayir’le ilgili BM oylamasında Türkiye’nin çekimser kalması, abisi Fransa’nın canını sıkmaması. 27 yıllık garabet. Bu süreçte Cezayir büyükelçi göndermiyor, bağlantısız ülkeler üstündeki etkisini Türkiye’nin ekonomik çıkarlarını baltalamak için kullanıyor ki yerindedir, sonuçta Cezayir bağımsızlığını kazandı da bu leke çıkmadı tabii Türkiye’nin üzerinden. Yine bir beceriksizlik var gerçi: “Hatadan dönmenin fazileti daima geçerlidir. Bu nedenle, Özal’ın özrünü onaylamamak imkansız! Ancak özür dilemede yine Fransa’yı izlememeliydik. 1 Kasım’da Cezayir Ulusal Savaşı’nın yıldönümünde yapılan şenliklere Fransız Dışişleri Bakanı’nın özür dileyip katılmasını izleyen bir evrede bizim de aynı yolu tutmamızın neden olacağı soğukluğun önceden düşünülmesi gerekirdi.” (s. 119) Odun insanlar vardır, yedikleri herzeler basittir ama biri uyarana, olayın yanlışlığını anlatana kadar aymazlar, sonradan pişman olurlar ama sosyal zekâ o kadardır, başka herzeler yemeye devam ederler. Her biri için ayrı ayrı uyarmak gerekir, tabii kim böyle biriyle uğraşır da hatasını anlatır her seferinde. Neyse yani, Erez’in değindiği konular ilginç, yakın tarihimizde neler olduğunu merak edenler bakmalı.
Cevap yaz