Badiou devrimci bir harekete katılmanın, sanat yapıtlarını alımlayabilmenin ve bir bilimsel kuramı derinlemesine anlamanın içimizde uyandırdığı sevinçle aşktaki mutluluğu birbirine benzetir, arkadaşlığı da aşkın yakınına koyar ama bedensel kanıtı, zevki yoktur onun, bu yüzden kendini tutkudan sakınan felsefeciler aşka yeğ tutar arkadaşlığı, giderek dostluğu. Rastgeleliği dönüştürmek, farklardan yola çıkarak aşkı korumak ve kollamak lazımdır da farkın niteliği önemlidir burada, General Henrik’in Konrád’la dostluğunu, Krisztina’yla evliliğini bu bağlamda değerlendirmeli, tabii yıkılan imparatorlukların, bir türlü bitmeyen paylaşım savaşlarının ve Prusya disiplininin etkisiyle birlikte. Zweig’ın anlattığı o altın yıllarda aristokratların parıltılı dünyası bu hikâyede de beliriyor, Henrik’le babasının katıldıkları davetler, sürdürdükleri soylu yaşam her şeyin tepetaklak olmadan önce yolunda olduğunu gösteriyor ama uzun yüzleşmenin bir yerinde imrenişlerini dile getiriyor Henrik: kesin çizgilerle belirlenmiş parıltılı bir yaşam Fransız soylusu annesinin, Konrád’ın ve Krisztina’nın yaban kalan neşelerine, derinliklerine hiç uymuyor. Zaman içinde, yaklaşık kırk yıl boyunca üzerinde düşündüğü bir şey Henrik’in, aslında her şeyin apaçık ortada olduğu ama anlamaya yanaşmadığı durumlar çok, annesiyle Konrád’ın Chopin çalarlarken Henrik’in babasıyla “o hafifliğin” bitmesini alayla beklemeleri, yine annenin imparatorla dans ederken ağlamaya başlaması imparatorun söylediği bir şey yüzünden ki sorulduğunda söylemez anne, kendisiyle birlikte mezara gidecek bir sırdır o sözler, Konrád’la Krisztina’nın sanata düşkünlükleri, gençken Henrik için hiçbir anlam ifade etmezken yaşları artık yetmiş beşe dayandığında sabaha kadar sürecek bir sohbetin konusudur, Henrik kaç yıldan sonra gördüğü çocukluk arkadaşının, kendisini sırtından vuran dostunun önüne birleştirdiği parçalardan ömürlük bir hikâye koyar. Kusursuz bir bütünlük, hikâyenin bilmediği kısımlarını tamamlamıştır, o kadar da köşeli biri değildir ama bunun emarelerine rastlanıyor zaten, çocukluğunda şiir yazmak istediğini söyleyince tepki görür, askerliğe yöneltilir mesela, babası gibi önemli bir subay olması istenir. Annesinin ailesinin yanına, Fransa’ya gittiğinde hastalanır, ölmesi beklenirken sütannesi Nini tam zamanında gelerek hayatını kurtarır Henrik’in, dünyalar bir daha çarpışmamacasına o noktada ayrışır, sanki Fransa, annesi, inceliği imleyen ögeler Henrik’in hayatından tamamen çıkmış, belli belirsiz sezgisel işaretlere dönüşmüştür. Baba faktörü elbet, askerî okulun yatakhanesinde tanışan iki çocuktan biri zengin, diğeri yoksuldur, ailesinin ittire kaktıra o okula sokabildiği Konrád için şaşaalı bir hayat hiçbir zaman mümkün olmayacaktır, Henrik’le aralarında uçurum olduğunu bilir ama yine de Henrik’in babasının dostluğunu kazanır zira babasına Konrád’ın dostu olduğunu söylemiştir Henrik, koşulsuz kabul görür fakat çocukta asker kumaşı olmadığını görür baba, bunu Henrik’e de söyler, onlar gibi biri olmayan Konrád’la yollarının ayrılacağını ima ettiyse de Henrik için dostluktan öte hiçbir şey yoktur o an. İyi’ye ulaşmak için sağlam yollardan biri, yaşam etiğinde büyük yeri var, her şeyin kurallarla, dedim ve site gitti, meğer hosting süresi dolmuş, 3 papele bir yıl daha uzattık. Şu aralar sınanıyorum resmen, canım maddi durumlara çok sıkılıyor ama siteyi yapan dostum Emre’yle ayakta tutacağız burayı oğlum, komple batasıya buradayız. Neyse, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda askerlik pektir derler, sıkı insan olunur zira ilkeli yaşamdır söz konusu, askerlikle birlikte daha da ilkeli, bahsi derinlemesine geçmiyor ama Henrik annesinin soylu ailesinin yanına gittiğinde Fransız büyükanne şöyle bir seviyor çocuğu, incelemek için elleriyle kafasını hafifçe arkaya eğdiğinde “hepsinin aynı olduğunu” söylüyor. Habsburg çenesinden bahsediyor sanıyorum, hanedanlık ciddiyeti de var Henrik’in yaşamında, dolayısıyla babasının sözünden çıkmaması bir yana, yaşamı çöküşlerle dolarken dirayetini yitirmemesi, hele yüzleşme sırasında soğukkanlılığını koruması anlaşılır.
Yüzleşmeye kadar ailenin geçmişi, Henrik’le Konrád’ın birlikte büyüme hikâyeleri, birkaç kilit nokta, ikinci bölümdeyse ilk bölümdeki eksik verileri tamamlayan ifşa, konuşmasının sonunda Henrik’in sorduğu iki soru. Mektup yazarak geleceğini bildirmiştir Konrád, yirmi yıldır misafir gelmeyen şato bir anda hareketlenir, Henrik kısa süre sonra Konrád’ın geleceğini söylediği Nini’ye “hatırlayıp hatırlamadığını” sorar, doksan bir yaşındaki kadın “her şeyi hatırlar”. Bir anda zamanın tozları dökülmüştür, hayatının büyük bir bölümünde cevapları bekleyen Henrik nihayet huzur bulacağını düşünür zira uzun yaşamını da o bekleyişe borçlu olduğundan emindir, Konrád’ın cevapları vermek için uzun yaşadığından emin olduğu gibi. Her şey olup bittikten sonra Krisztina’nın babası Henrik’e “öyle veya böyle yaşadığını” söylemiş, kısa süre sonra ölmüştür, yaşayanlar için bir nevi zaferdir bu, yaşayanların ölülere borçlu olduğunu gösterir yaşamaya devam ettikleri için, Henrik hem okuduğu onca kitaptan çıkardıklarıyla -emarelerden biri de bu, o katı yaşamın içine tamamen gömülmüş değildir, analitik zekâsını canlandırmayı bilir- hem de zamanın öğütücü, sakinleştirici etkisiyle öç peşinde koşmayarak ödemiştir borcunu, kimseyi lanetlememiştir, kimseye hesap sormamıştır, öyle ki Konrád ortadan kaybolup geride bir Krisztina kaldığında, Konrád’ın evinde eşiyle karşılaştıkları zaman Konrád için “korkak” dediğinde, kısacası Henrik’in o an anlamlandıramadığı ama kısa sürede sezgileriyle çözdüğü örüntünün etkisiyle öfkelenmemiş -Nini de Konrád gelmeden önce öfkelenmemesini rica eder Henrik’ten, Henrik öfkelenmeyeceğini söyler sakince- ve av evine çekilmiştir, Krisztina’yı bir daha görmeyerek sakinleşir, ilk büyük savaşta yardımı istense de kapandığı yerden çıkmayacak, sekiz yıl sonra Krisztina ölüm döşeğindeyken dahi kadının yanına gitmeyecektir. Günlük olayını anlatıp bitirecektim ama çok eksik var, tamamlamalı, Henrik balodan baloya gittiği öğrencilik yıllarında Konrád’ı bir kez olsun sürükleyemez peşinden, genç adam odasına kapanıp ne yapıyorsa onu yapar, hiçbir şekilde yardım kabul etmez, Henrik’in sonradan anladığınca bir dostluğun reddidir bu. 1899’da ava çıkarlar bir gün, ikisi yalnız kalır, geyiğin korku dolu bakışları tüfeğin az sonra patlayacağına işaret eder ama Henrik donup kalır zira namlunun kendisine çevrildiğini hisseder. Geyik uzar oradan, tetik bir türlü çekilmez, donuk zaman akmaya devam eder. O gün şehirdeki evine gidip dönmüştür Konrád, Krisztina da şehre gidip dönmüştür, yemekte tropik memleketler üzerine konuştukları sıra sessiz kalan Henrik bir şeyler sezmiştir ama Konrád’ın ertesi gün yüzbaşılığı bırakıp dünyanın öbür ucuna gitmesine anlam verememiştir, tabii Krisztina gelip Konrád’ın evine, odasına girene kadar. “Korkak” bahsi orada, devamını biliyoruz, Henrik yıllar içinde giderek karmaşıklaşan sorularına bulduğu cevapları uzun uzun anlatırken Konrád’ın sessiz kalmasından anlar ki hikâyeyi düzgün kurmuş, yaşananları bilmiştir, sorular aşka, dostluğa, terk edişe, her şeye dokunur, cevaplar iki insanın gizli saklı yaşamlarını aydınlatır, Henrik o zavallılıktan iğrendiğini söyler zira biri aslında derin bir nefretten başka bir şey hissetmemiştir derinlerde, diğeriyse isteyerek veya istemeden, anladığınca veya anlamadan Konrád’ın, çocukluk arkadaşının tasarısına dâhil olmuştur. Kadın eşinden hiçbir şey gizlemek istemez, günlüğüne yazdıklarını eşine de okutarak yazının açıkladığıyla sağlar bu şeffaflığı ama günlüğünü saklamıştır, ölümünden sonra bulunana kadar ortaya çıkmayan günlük nihayetinde Henrik’in elindedir, Konrád’a açıp okumayı teklif eder, o güne dek okumamıştır. Konrád teklifi reddedince, “korkak” konusunu açıklamayınca, Krisztina’nın av olayından haberinin olup olmadığını da söylemeyince defter ateşi boylar, gece biter, geldiği gibi gider Konrád. Cevabı yine sessizlikten çıkarmıştır Henrik, ölüme kucak açabilir artık. Tek bir şey kalıyor geriye, aslında çok şey var, Henrik’in annesini ağlatan sözü öğrenemediğimiz gibi ölmek üzere olan Krisztina’nın Henrik’i neden çağırdığını da öğrenemiyoruz. Günlüğüne yazmadığı bir şey mi söyleyecekti bilinmez, Henrik insanın yapabiliyorsa her şeyi yapabileceğini çoktan öğrenmiştir, ucunu bırakır artık.
Márai’nin yarattığı atmosferin bir parçasıyla bitireyim: “Ev, içinde geçmiş kuşakların, yavaş yavaş parçalanan gri ipek ya da siyah bez kefenleriyle eski zaman kadın ve erkeklerinin kemiklerinin çürüdüğü, taştan yapılmış dev bir anıt mezar gibi her şeyi içine alıyordu. Sessizliği de içine alıyordu; inancı yüzünden kovuşturulan, uyuşmuş bir halde yeraltı zindanında, küflü, çürümüş samanların üstünde günden güne eriyen, sakalı uzamış, hırpani bir mahpus gibi. Ölü sayılan anıları da içine alıyordu. Anılar, eski evlerin rutubetli bodrumlarındaki mantar, yarasa, sıçan ve böcekler gibi odaların küflü kuytularında pusudaydı. Kapı kollarında bir elin titreyişi, çok gerilerde kalmış bir anın heyecanı hissediliyordu ve insanın kendi eli o kolu indirmekte tereddüt ediyordu. Bir zamanlar tutkunun insanları var gücüyle kavradığı her ev bu tür akıl sır ermez varlıklarla doludur.” (s. 17)
Cevap yaz