Modüler öykü, parçalarını alıp başka bir öyküye takabilirsiniz. Takamazsınız, asıl hikâyenin nüvesini bir yerinden taşır, bir cümle, karakterlere dair bir nitelik, mekânın bir parçası, mutlaka anlatıcının izlenimleri belirecektir asıl hikâyede. Sait Faik’in sonradan ayar çekip çekmediğini ya da başta kurup kurmadığını o yapıyı, merak ederim, çember geniş olduğu için tamamlanmayacak gibi gelir başta, daha doğrusu çizginin nereye yöneldiği belli değildir pek, mesela “Çelme”, anlatıcının evden çıkıp çobanlarla konuşma, şoseden yürüme, kırlara çıkma isteği bir yana, şoseden ayrılmanın hep arzulanmış patikaları bulduracağına dair hayallere kapılan insanlara dair düşünceler, ilginç, insanı şöyle baştan sona bir kat eder Sait Faik, tahayyül yeteneğini sağlam bir sınar. Başka öykülerde de yapar bunu, diyelim anlatıcıyla bir karakter karşılaştılar, yollar ayrıldığında anlatıcı için diğeri başka bir varlık, öteki değildir artık, ilişki kurulmuştur da bilinçler birleşmiştir, ötekinin neler düşündüğünü, neler yaşadığını hemen kurgular anlatıcı, yokuşları, evleri, aileleri düşünür, ötekinin içtiği çayı, oturduğu sandalyeyi, yediği yemeği ve denize baktığı zaman hissettiği sonsuzluğu -kendinden de pay biçerek- sanki bir hayalin perdelerini aralar gibi, aşama aşama anlatır. Çelmeli öykünün başı, on dakika yürüyünce kasabanın dışına çıkılıyor, anlatıcının kurduğu mekâna, dünyaya giriliyor. “Şimdi artık insan kuş misalidir. Şose hür, serazat, serseri uzanır. Yanın sıra kambur gölgen yürür. Geçenler selamünaleyküm, derler.” (s. 16) Yabancılıyorlar mı gezgini, küçük yerin kuşkusu başka öykülerde de görünür, herkesin gölgesi aynı olduğu, gölgeler tanındığı için oralıların gölgeye selam verdiklerini düşünmek hoş. Anlatıcı şoseden çıkar çıkmaz harpten, çocuklardan, açlardan, delilerden kurtulduğunu müjdeliyor, yürüyor, bir cennete doğru. “Bırakın beni ey hakikatler! Yürümek istiyorum. Cennetlerin olduğu yere doğru. Ne açıkları, ne açları, ne beni kızına münasip görmeyen zengin tüccarı hiçbir şeyi düşünmeyeceğim. Dertlerimden kime ne?” (s. 17) Dertlerini, tüccarı, kızı anlatmayacaktır, susuzluktan yandığını, yaşadığı ânı bir yere götürmektedir o sıra, nöbetçi erin yanına, tütün sararlarsa sararlar, muhabbet ederlerse ederler, belli değildir ki asıl hikâye bunların hiçbirinden doğmaz, dağ başında nöbet tutan erin çağrıştırdıklarından doğar: başka bir er kasabalı kadın grubunun peşinde, mesiregâhta oturup yenecekleri taşımaktadır, başka bir zamandır ama uzak değildir, açlar muhtemelen aynı açlardır zira değirmene gelenlerin düşürdükleri unu almak için ne çıngar çıkarırlar, ne saldırırlar birbirlerine, açlığın öylesi görülmemiştir. Ha, Sait Faik (değil, anlatıcı elbet?) bu nerelere gidip döndürdüğü anlatıyı faş da eder, çıngıraklı bayram arabalarının sesi gelince asker topal Hasan’ın “belki” dakikalığına bir memleket rüyası gördüğünü söyledikten sonra ekler: “-Bunlar bizim hikâyeci numaralarımız, affedin!-” (s. 20) Ne güzel yedirir, başka hiçbir yerde böyle bir açık vermez çünkü, açığı hissettirmez bile, hani kendi zihninden başka zihinlere geçişi, genişlettikçe genişlettiği çemberi, hiçbir öge, elbet yer değiştirebilirler ki “Semaver”in sonunda böyle bir değişim görülür, anlatıcının çemberi öykünün sonuna yerleşmiş, asıl hikâye başa alınmıştır ama bir öykünün müstakil yapısından başka birkaç öykü arasında da bu değişimler yapılabilir, çatı uygundur, modülerlikten kastım bu. Kadınlar mesire yerine, ortalık mahşer gibi kalabalık, uğultulu, değirmenin kapısından birileri çıkıyor sürekli, iki çuval mısır edinen şanslılar saatlerce bekliyorlar ki sıra kendilerine gelsin, açlar etrafta bekliyorlar ki yiyecek bir şey bulsunlar, kısacası belanın ortasına geliyor kadınlar, kasabanın kodamanları. “Birisinin çuvalından dökülmüş un kapışılır, hemen orada yoğurulur ve bazlama yapılırdı. Değirmenciler değirmen çöreğini herkese vermezlerdi. Parası olan yerdi. Parası olanın ise burada işi neydi?” (s. 21) Dört dörtlük, küçük oyunlar. Kalabalığın arasından geçmek için yol açacaktır genç asker, çıkışır gibi yapınca tepki çeker, çelmeyi yediği gibi dangıl dungul yuvarlanır da yiyecekler ortalığa saçılır, herkes atlar o sepetlerin üzerine, kodamanlar birbirleriyle konuşurlarken mahşerin de öyle bir şey olduğunu söylerler. Muazzam öykü, 1937’de yazılan diğer öyküleri düşününce daha da muazzam, hani Sait Faik’in peşinde koşan Yaşar Nabi’yi anlıyor insan. Öykü görgüsü olanın bileceği iş, yoksa eleştirilmiştir “bize ne bunlardan” diye, on beş yirmi yıl sonrasında Erdal Öz’ün Salâh Birsel’e yönelttiği eleştirinin son kullanma tarihi çoktan geçmişti.
Cümbüş diyeyim, “Sait Faik cümbüşü”nün görece kısıldığı, “basit” öykülerde insan manzaraları tabii, “Şahmerdan”da dört işçinin aleti gümletmeleri. Üç kuruş paraya yapılacak iş değil ama üç kuruşa muhtaçlar, demir iskeleden tank tunk sesler gelirken içlerinden biri diğerinin çalışmadığını fark ediyor, yük üçüne yığılıyor, çalışmayanın arkadaşı iki kişilik çalışır gibi görünüyor ama işler öyle yürümüyor tabii, ağzından kan gelen işçi çalışmayan işçiyi bir tekmede denize yuvarladıktan sonra düşüp kalıyor. Yorgunluğun kızgınlıkla birleştiği sahneler, işçilerin duygularını kontrol edememeleri, dümdüz bir çizgide ilerleyen öykü. “Projektörcü” sisten midir, ada yolculuğundan mıdır, basitliği bir şekilde yırtıp cümbüşe yaklaşıyor yine, sanıyorum anlatıcı kaynaklı çünkü serbest dolaylı anlatıcı zihin paylaşımına ne zaman başladığını, paylaşımı ne zaman bitirdiğini öylesi göstermez ki iki cümlede geçiş yapar zihne, damla fark ettirmez. 8:45 vapuru iskeleden kalkmıştır öyküde, Anadolu sahili gözden kayboluvermiştir, sis bastırmıştır, projektörcü yoğun bir boşluğa tutmaktadır ışığı, sonra puslu ışıkların yandığı evleri düşünen adam çıkar piyasaya, ışığın yanına gelir. Nasıl alımlanırsa artık, baştaki manzara bu adamın gözünden midir, anlatıcının gözünden midir, şöyle bir örnek: “Kınalı, bir mil uzakta, kocaman, hafif ışıklı bir böcek, bir devasa böcek halinde yatıyordu. Projektörcünün yanındaki adam Kınalıada’yı gece vakti niçin bir böceğe benzettiğinin sebebini aradı. Bir türlü bulamadı. Balığa, ejderhaya, timsaha pekâlâ benzetilebilirdi. Çünkü bu hayvanlar da suyun içinde yaşarlardı. Ama niçin gözüne soğuk ışıklı bir böcek gibi gözüktü bu anda Kınalı, kim bilir?” (s. 45) Öykü kurma aşaması bu kadar görünür müdür Sait Faik’in diğer öykülerinde, muhtemelen, ejderha tercihinin başka çağrışımlar yoluyla anlatıyı ilerleteceği malum da asıl maharet olaya bağlamakta ya, cümbüşü akışın bir parçası haline getirmekte yani, belli belirsiz temaslarla sağlıyor bunu Sait Faik, on numara. Projektörcü işte, muhabbet, oğlan kafalıymış ama para yokmuş adamda, marangozun yanına verdikleri oğlan durmadan kitap okuyormuş, projektörcü de bulduğu bütün kitapları oğlana götürüyor, bir de hikâye anlatıyormuş ama çocuk çoğu hikâyeyi beğenmiyor, daha iyilerini istiyormuş. Bunların hepsini o adama anlatıyor projektörcü, vedalaşıyorlar, ertesi gün aynı vapura binen adam yanında birkaç kitap getiriyor, Hasan’ın hikâyesinin hazır olup olmadığını soruyor. Değilse, hani anlatsa yağmurlu bir gecede yanına gelen adamı. “‘Bu sefer benim hikâyemi anlatırsın…’” (s. 48) Öyküden taşmak istemiyorum da, Sait Faik’in, e kendisi yapıyor ya, bir karakteri başka bir karakterin geleceğini kurgularken bırakıyor öyle, Burgaz’a giderken hikâyeleşeceğini düşünüp düşünmediğini merak ediyorum misal. İnsan biliyor ama, bir şekilde o özü anladı mı bir şey olacağını biliyor, bir yerde derince bir çatlak, sonra kırık, insandan kesin bir ayrılma ama düşünsel düzeyde, yoksa koparılıp atılacak şey değil elbet, yaşamın her yerine sirayet eden insan. Da, o şoseden ayrılıp cenneti bulmak için patikaları tırmanmak, yalnızlık, bundan bir yaşam hikâyesi çıkacağını biliyor insan, bir şekilde.
Cevap yaz