Emir Çubukçu – Günün O Belirsiz Vaktinde

Çubukçu’nun öykülerinden bıkmamın sebebi iki, patlayan anlatı en büyük bela. Sürekli patlama: kısa veya çok kısa cümleler, konudan konuya ani geçişler, çağrışımlar, zaman çizgisinde ileri geri zıplamalar. O kadar çabuk ki kurgusal epilepsiden mustarip olmak işten değil. Can havliyle kurulmuş cümlelerin kırsaldan ve kentten anlatıcılardaki ortaklığına akıl ermiyor zaten, bilincin özünden kopup geldiğine, bu yüzden farklılaşmadığına dair aşırı durumlar da yok, zaten sözcük tercihleri en başta falso. Yerelleştirmeye yönelik deyim, deyiş işe yaramıyor çatı bu şekilde kurulduğu zaman, anlatı yemiyor bu numarayı, olmuyor. Formül bir işliyor, iki işliyor, mekan ve karakter değiştikçe sarkmaya başlıyor artık, atmosfer kendi dilini yaratmadığı için kopya üslupla kotarılmaya çalışılıyor öykü de, eh. Yüz iki defa bahsettiğim için kısa keseyim, dışarıdan içeriye dışarının diliyle, görgüsüyle girildiği zaman yapaylık hemen ele veriyor kendini, Gamze Arslan’ın Kanayak‘ındaki ilk öykü de böyle, Çiler İlhan’ın Nişan Evi nam metni de böyle, daha da çok metin böyle. Bunu nasıl anlıyoruz, içeriden metinleri okuduktan, kırsalın düşünüşünü, söyleyişini kavradıktan sonra neyin ne olduğunu şak diye fark ediyoruz. Osman Şahin, Ömer Polat, Ayşe Kilimci falan, Seyit Alp’in Şawk‘ı mesela, Cemal Süreya’nın övdüğü kadar var, bunlarda buluruz o havayı suyu. Çubukçu’nun öyküleri tiril kalıyor bunların yanında, başarısız. İkincisi çok öznel bir sebep, Çubukçu’nun “gençyaşlı” bir yazar olması. Yaşıtız aslında, çağın içinden birlikte geçiyoruz ama onun gözleri toplumsalın kemikleşmiş, iki nesil öncesinin gördüğü biçimde çerçevelenmiş sorunlarından başka bir şey görmüyor, gördüğünü de karikatürize ediyor. Gezi’yle ilgili bir günlük yazısı var -öykü demeye dilim varmıyor- ki ne acıların çekildiğini, ne süper mücadelelerin yürütüldüğünü güzellemekten başka bir de aşk acısı içeriyor, kedere gark oluyoruz. Böylece bireyselle toplumsal tokuşturuluyor ama yeni bir göz, gençliğin uçarı havası, hikâyesi olmayınca iç dökümünden öteye gitmiyor bu çaba, neredeyse sloganlaşıyor. Kurgu geri plana atılıyor Çubukçu’nun öykülerinde, daha doğrusu şablon hiç değiştirilmiyor, şablonun içeriği formüle uygun biçimde değiştiriliyor, o kadar. Onurhan’la konuşurken bu gençyaşlı yazarlardan uzak durmamız gerektiğinde anlaşmıştık, Çubukçu’nun metinlerinden uzak duracağım bundan sonra. Okumuş bulundum, değineyim ama tersten başlayacağım. Can’ın huyu işte, görece iyi öyküler başta, vasatlar ortada, kötüler sonda, o zaman sondan başlayayım ki ortalık şenlensin. “Yok Gelecek” mesela bakın, Çehov’un tüfeği gibi kurmaca ögeleriyle sınıf mücadelesinin patlayarak saçıldığı, birleştiği bir metnin anlatımıyla can öküzünü baytara yetiştirmeye çalışan köylü karakterin anlatımı bir, sözcük tercihleri çok çok benzer, metne “ikna edecek” bir şey kalıyor mu geriye, kalmıyor. “Dünya bir oyun sahnesi. Yalnızlık kalesi. Hava soğuk. Köpek kara. Kendini tekrarlayacak gün. Dönence. Kaptırmışım ipin ucunu. Topaçlaşıyorum. Semazen ustalığı. Ne baş dönüyor ne mide bulanıyor. Gördük elbet göreceğimizi. Kalmadı mideyi kaldıracak şaşırtmaç. Şaşır şaşır diye bağırası da yok oldu içimin. Şaşır ki bağır. Yok. Olasılıksız. Gümbürtünün dışına itilmişim.” (s. 133) Anlatının bir parçasıysa iyi, monologsa âlâ, genişletici, belki açımlayıcı bir yol. Metnin tamamı bu tür bir bilinç akışından ibaretse, bu akış tekdüzeliği kıracak ölçüde çatallanmıyorsa, anlatıyı kısıtlayan yatağı aşma çabası yoksa ne gerek, sayısız örneğin arasında kaybolup gitmeli. “Öykü Çalan” keza, yazmaya çalışan ama yazamayan, aldatılmanın acısını metne döküp rahatlamaya çalışıp beceremeyen bir anlatıcının heyheyleri. Yazıya dair formüllere başvurur, iyi yazan bir arkadaşıyla tansiyonu yüksek bir ilişkiyi yürütmeye çalışır, öyküye arka plan olarak çocukluğundan manzaralar taşır. Hikâyenin sonuna geldiğimizi hikâyenin sonuna geldiğimizi söyleyerek aydırır, yazma seyrinin özetini sunarak noktayı koyar. “Başa dönüş, atıf” dediği özet kısmının son cümleleri: “Yaratıcılık biraz da hırsızlıktır deyişi gibi. bu öykünün sonunu benim de bilmeyişim gibi. Öyle birden bire bitirişim gibi.” (s. 129) Hata nazar boncuğu da öyküyü kitabın nazar boncuğu olarak değerlendiremiyoruz, kontenjan dolu.

“Rumuz” bir Güzin Abla mektubu. Oğuz Atay’ın “Ne Evet Ne Hayır”ı geldi aklıma, matrak ve hüzünlüydü, iyiydi. Burada Güzin Hanım’a mektup yazan bir kızcağız var, biraz temkinli çünkü Güzin Hanım’ın öldüğünü biliyor, yolladığı mektubun patronun eline geçmesinden, ticari amaçlarla kullanılmasından çekiniyor ve mektubun yayımlanmamasını istiyor, cevap e-posta veya normal posta yoluyla gelse süper. Bu güvensizliğin hikâyeye sirayet etmemesini, karakter niteliği olarak sabit kalmamasını geçiyorum, esas mevzu yasak aşk. Anlatıcı bir sosyal medya uzmanı olarak çalışıyor, iyi bir ailede yetişmiş ki bu iyiliği sıkıntıdan patlatıcı bir ortam olarak da okuyabiliriz, kadın oradan sağ çıkıp yirmi sekiz yaşına gelebilmiş. “Ülke kıvıl kıvıl kaynarken” tanışmış adamla, yine Gezi zamanı. Anlatıcı kışkırtıcı, popülist paylaşımlar yapıyor şirket adına, bir adam çıkıp nutuk atıyor, çevreden girip ekonomiden çıkıyor, sonra konuşmaya başlıyorlar ve nihayetinde buluşuyorlar. Adam evli, kadın âşık, muhteşem klişe. Anlatıcı ailesine durumdan bahsettiği zaman yine bir anlayış kumkuması, kıza acı çekeceğini ama istediği hayatı yaşaması gerektiğini söylüyorlar. Bitmiyor, adam hastasymış bir de, anlatıcıya defter veriyor ki aklındaki hikâyeleri yazsın, kendisi öyle yapınca iyi geliyormuş. Meh, sosyal medya uzmanının Güzin Abla’ya mektup yazması? Bilemiyorum, hayatın doğal akışına aykırı bir şeyler var. Ya hadi tutmayayım kendimi, sene 2013, Güzin Abla ne abi? (Sen ne anlatıyon be abla gözünü sevim be abi?) Anlatımda sorun yok, hikâye gayet kurulmuş, mevzu Gertrude Stein’in bilmem kimle ilgili söylediği şey: “Şerbeti kıvamında ama dökmesini bilmiyor.”

“Can Küreyişi” öküzlü öykü, başka bir öyküde tekrarlanan meseleyi alıp geçiyorum: “Vurdum bu yola. Okula. Önlükler giydirdiler. Ata öğrettiler. Rabb’i, duayı öğrettiler. Unuttum dilimi. Yuttum. Bunu konuştum. Konuş dediler. Dil bu. Senin ki yalan. Unutacaksın. Unutulmuyor. Kalıyor. Paslanıp kuruyor. Dökülüyor sonra. Tel tel dilin akıyor üstünden. Kendi dilin. Sızlıyor. Zor.” (s. 101) Önceki hata nazar boncuğu değilmiş bu arada. Diğer öyküde kavanoza koyuyorlar bu Ata’yla Rabb’i, çalkalıyorlar, gıdım gıdım veriyorlar çocuğa. Sonra köyler basılıyor, birileri birilerinden kaçıyor, silahlı adamlar var, olayların tam ortasından başlayan anlatılar bilince kazınmış acıların tarihçesiyle genişliyor, genişliyor, neredeyse tüm öykülere yayılıyor ve başka bir şey bırakmıyor anlatım namına. “Kutlama” var, üst sınıftan bir aileye mensup çocuğun doğum günü partisinde katliam yapması. 40 basamak inecek, her birinde hikâyenin bir kısmı. Zengin tayfaya karşı kinli çocuk, katliam yapacak kadar kin duymasının nedenini bilemiyoruz, savcıların 10 bin papel rüşvet alması yeter mi? O yedi yaşın delifişekliği? Yemedim. Katliam yapacağını 29. basamakta söylüyor, 29. basamakta söylemesinin erkenliğinden de bahsedip okura günah mı çıkarıyor nedir, merak unsuru rafa kalkıyor bu noktadan sonra. Araya iki de vecize, tamamdır: “On yedi yaşında hiç sivilce çıkmayan ergen tehlikelidir işte. Çünkü doğaya meydan okunmuyor, yüzünde çıkmayan sivilceler içinde çıkıyor insanın, irini de ruhuna akıyor.” (s. 90) Öff. Sivilce çıksaymış keşke ergen.

İyi öykülere gelemeden pilim bitti, bu kadar. 7,5 TL vermişim bu kitaba, birazdan yola çıkarken yanıma alıp Ganya Sahaf’a bırakacağım. Ganya Sahaf, Kadıköy’ün edebiyat buketi. Reklamlar bitti.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!