Sam Shepard – İçimdeki Kişi

Sahnede bir oda: çitin ardında otlayan dört at, atlara bakan Sam Shepard, Shepard’ın metnini okuyan Patti Smith. Shepard’ın ölümüne çok yok, Patti Smith yaşayacak, hatırladığı kırk yıllık fotoğrafta yollarının ayrılacağını ama tekrar kesişeceğini biliyor. Kesişmiş, metni yorumluyor Smith, giriş yazısı. Metinde kuzeyi gösteren bir pusula var, anlatıcının iç manzarasında görülüyor, sürekli kuzeyi gösterdiğine göre Güney Kutbu’nda, buzulların içinden çekiliyor. Ne yöne dönerse dönsün okur, kuzey ama farklı kuzeyleri görüyor, farklı zamanların, insanların yönü, anlatıcı onların peşinden gitse de miller sonra ait olduğu yere, kendine dönüyor. “Kendimi metinden koparamayarak, bütün öğleden sonra okumaya, bir yankılanan konuşmalar, değişen perspektifler, akışkan hatıralar ve sanrılı izlenimler mozaiğinde dolaşmaya devam ettim.” (s. 7) Rüyalarla gündelik hayatın devinimleri arasında pek bir fark yok, babasını küçülen bir adam olarak gören anlatıcı için sınırlar ortadan kalkmış. Sessiz, ensesindeki şarapnel yaralarını durmadan kaşıyan adam rüyada küçülmeye başlayınca oyuncak eve tıkılıyor, belki anlatıcının kendisi de tıkılıyor, babasının yattığı kadınla yatınca hikâyeden Freud fırlıyorsa belli bir özdeşleşme çabasından da bahsedilebilir. Adam oyuncak evde yaşamaya başlıyor, tadilat yapıyor mu, koltuğun oturup televizyonunu açıyor mu, eşi minyatür kaplarda yemek bırakıyor, suyu küçük kaplarda getiriyor. Adam giderek küçülüyor, evcil hayvanlar için iğne alıyor yanına, kendini korumaya çalışıyor ama dünya çok büyük, dünya kaç tür hayvanla dolu, insanlara karşı ne yapabilir? Evden çıkıyor, ortadan kaybolmadan önce devleşen canlılarla mücadele edecek iğnesi de yok artık, kocaman bir silindirin etrafında kurtulmaya çalışıyor hayattan. Eşi yalan söylüyor insanlara, bir yerlere gitmiş olabilir adam, evin içinde mutlu mesut yaşıyor olabilir, kim bilir? Çaresizlik yayılıyor, anlatıcı babasının izini bulmaya çalışıyor Felicity eve geldiği zaman, kilometrelerce yolu koşup kayıp adamı yok yere arıyor. Polisler götürdükten sonra görüşmemeleri gerektiğini biliyor mu baba, neyi bilip bilmediği hakkında çocuk hiçbir şey bilmiyor, sadece arıyor ve bulamıyor, döndüğü zaman kızla sevişmeye başlıyor. Babası yoksa kendisi var, kızın çığlıkları aynı, bir kez ikisinin tepişmesini izlemişti anlatıcı. Baba makine gibi çalışıyor, kız kendinden geçiyor, ağzından ejderhalar ve küçük hayvanlar dökülüyor. Tek parça elbise, şeftali rengi ten. Erotizm biçimliyor gençliği, okaliptüs ağaçlarının kesimi, hayvanlarla temas, bitmek bilmeyen tarlalar, kırsal. Kızın annesi polislerle birlikte evi basıp babaya küfürler yağdırmaya başladığı zaman Felicity’den uzak durması gerektiğini düşünmüyor anlatıcı, kilit çoktan kırılmış, o hiçlikte yapacak ne varsa başka. Elli küsur yıl ötedeki hikâyede bir başka aidiyet, bu kez yirmili yaşlarındaki Şantajcı Kız’la birlikte anlatıcı, kızın konuşmalarını kaydedip metinleştireceğini duyunca korkuyor. Sebep, eh, mahremiyet kolaylıkla aşılabilir, çekinecek hiçbir şey kalmıyor o yaşta. İntihal mi, yaşam hırsızlığı, belki yalnızlığının okurlara saçılmasını istemiyor anlatıcı, kızın hırsızlığını yüzüne vurmaya çalıştığında konuşmalarının enginliği içinde kaybolup gidiyor çabaları. Kızı havaalanına bıraktıktan sonra evine dönüp işleriyle uğraşmasının anlatıldığı bölüm, biliyorum bunu, Yeşim trene binip gittiğinde ona açtığım, onun hiç bilmeden açtığı yüzüm örtülmüş gibi hissederdim, sokaklarda dolanıp öyle giderdim eve, ortalığı toparlardım, kahve yapardım, yapacak bir şey arardım, aynı boşluğu anlatıcı da yaşıyor. İtiyor ama istiyor da, bunun acısını, nedenini psikolojik tahlillerle, terapiyle anlamak bir şey, anlaşılan acıyı ve zevki birlikte yaşamaya devam etmek başka bir şey. Biçimsiz bir kütle bu, her kırılmada parçalara ayrıldıktan sonra ilk formuna, asıl boyutuna geri dönüyor her bir parça, yol boyunca sıralanıyor. Onu yontup bir şeye çevirmeye çalışıyoruz. Onunla uğraşmaktan başka bir şey istemiyoruz. Yenilerini yaratabilmek için yaşıyoruz. Hepsini yok etmek için yaşıyoruz, yontup bir şeye çevirmeye çalışıyoruz, ondan başka her şeyle uğraşmak istiyoruz. “Yalnız olmak istemeyen bir yalnızla karşı karşıyayız; karabasanlarla, gece sularının dalgalarıyla, bitmeyen gecelerin verdiği mide bulantısıyla boğuşuyor. Kırılan parçaların arasında sabırla ilerlerken, gelecekte yaşanacak parçalanmayı sezmesi gibi, rahatsız edici önsezi anları da var. Ölene kadar yaşamaya devam edecek anlatıcımız. Kendini iyi ya da kötü bir ışığa bürümesi önemli değil. Önemli olan, her şeyi ortaya dökmek, kıvrılan köşeleri açmak.” (s. 9) Her şeyi ortaya dökünce belli bir alımlama doğrultusu, yaşamı biçimleme şekli açığa çıkıyor, çizgiyi oluşturan noktalar birbirinin yerine geçerek hikâyeyi sonsuzluk kadar genişletme olanağı buluyor da Shepard o kadar uzun boylu kurmuyor metni, kadınlarla sabitlenmiş noktaların etrafında döndürüyor, Smith’e göre gelip giden, dönüp duran kadınlar bunlar, aralara yerleştirilmiş şiirlerle, monologlarla, diyaloglarla kurulan, gerçekliklerini her zaman sorgulatan kadınlar, gidişleriyle küçük bir çentik bırakan kadınlar çizgide. “Geçinemediği kadınlar” mı, Smith burada anlatıcının eylemlerinin belli bir uyuşamama örüntüsüne yol açmasından yola çıkıyor ama derindeki durağanlık kaçıyor bu kez, asıl sebep. Normal bir ilişkilenmenin emaresi yok anlatıda, savrulmamaya çalışan anlatıcının durağanlığında her şey hareket ediyor, her şey kopup gidiyor, o kadar hızlı bir oluş ki hikâyeyi bir arada tutmak başlı başına iş. Gerçekliği de. “Gerçek abartılıyor. Elimizde sadece, açılan bir manzaraya çiziktirilmiş sözcükler, hafızadan kazınıp çıkarılmış sahnelerin kalıntıları, Amerikan düzlüklerinde sürüklenen kayıp seslerin oluşturduğu bir ağıt var.” (s. 10)

Birkaç fragman: babanın ölü bedenini spor araba içinde getiriyorlar, anlatıcı bantları çıkarıp babasının dişlerini, olmayan dişlerinin boşluğunu kontrol ediyor, bandı yapıştırıyor tekrar. “Hatırladıklarım bunlardan ibaret. Bu dağınık ayrıntılara garip bir sabah hüznü eşlik ediyor ama bu neyin hüznü bilmiyorum.” (s. 17) Onca görüntüyle, hatırayla ne yapacağını bilememenin hüznü diye atıyorum zarımı, onca ayrılığın, yürüyüşün, gökyüzüne bakışın hüznü, durağanlıkla bütünleşmenin hüznü. Telefon konuşmaları hareket getiriyor, sırf bu yüzden Şantajcı Kız’la bağlarını koparmak istemiyor olabilir anlatıcı, ses kayıt cihazlarına lanet etmiyor. Birlikte film çekimine gittiklerinde de benzer bir kayıtsızlık, Şantajcı Kız dışarıda beklerken karavanda makyözler, kuaförler, kostümcüler uğraşıyorlar bedenler üzerinde, anlatıcıyla Kızılderili oyuncu sohbete dalıyor ama içeriği yok sohbetin, dış dünyadaki hareketler var. İçeriye bakış, diyalogların aktarımı önemli bir zahmet, göze alınır, odak ve hız belliyse asıl yoğunluk orada demektir. Kaç yıllık, otuz mu, eşin gidişinden önce geçirilen son bunaltılı gün olduğu gibi nettir, kadın arabasına atlayıp gittiğinde tanıdık döngüye girer anlatıcı, eviyle uğraşır, çocuklarını anımsar ama isimlerini vermez bile, sadece uzaklarda olduklarını hatırlar. Bir şeyler geride kalmış, kalın bir örtüyle örtülmüştür. Kitapların dağınıklığında metinlere dönüşür. Yaşamın kayıtları. Şantajcı Kız’ın metne dökeceği konuşmalar, Felicity’nin ejderhaları, annenin pembe montu, hepsi bir gün anlatıya dönüşmek için. İntihar sahnesi örneğin, Felicity en sonunda kendini asmış, babayı beklemekten vazgeçmiştir. Anne gelir, kızının bedenini götürürken lanetlerini yineler, ağır bir mirası devralmıştır anlatıcı. Sorguda babasının suçlamalarıyla boğuşur, kız eve hiç gelmemiştir de kanepenin arkasında bulunan sutyeni anlatıcı kasten koymuştur oraya, babasını tuzağa düşürmek için. Başka kimsesi yok anlatıcının, birlikte yaşamaya devam mı etmişler? Hikâyenin karanlıkta bırakılan yanları anlatılanlardan çok daha büyük bir etki bırakıyor, yaşananların dile getirilmesinde bir sınır var, dokunmuyor anlatıcı. Dokunabildikleri paramparça aşklar, köpekler, kırık bir hayat. Shepard’ın son metni.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!