Normal İnsanlar‘ı dizi olarak izleyeceğiz yakında, Sally Rooney çok ses getirdi. Zekiye Antakyalıoğlu’nun “bok gibi bir roman” yorumunu görünce kahkaha atmıştım, okuyacağım onu da. Çağımızın Salinger’ı diyorlar Rooney için, birkaç metni daha yayımlandıktan sonra bir fikir yürütülebilir, şimdi bir şey söylemek için biraz erken gibi görünüyor. Neyse, Rooney’nin yeteneği tahkiyeden ziyade karakterleri biçimlendirme şeklinde yatıyor, psikolojik sorunlar yaşayan insanların davranışları, oyunları, diyalogları çok başarılı. Örneğin esas kız Frances herhangi biriyle sevişecek diyelim, son derece mekanik bir seks dönecekse çok detaya girmeden mevzuyu hemen bitiriyor. Bunu sevdiği adamla sevişmelerinde de görüyoruz, tartışma öncesi ve sonrası sekslerin tonu farklı, aşırı keyifli sevişmelerin tonu farklı, daha detaylı anlatıyor, bu tür farklar buz dağının alt kısımlarını da sezdiriyor. Frances son derece örtülü bir kişiliğe sahip, konuşmalarında ve davranışlarında satranç taktikleri var dense abuk bir benzetme olmaz. Anlatının sadece iki noktasında anlatıcı olarak kendine dair düşüncelerini olanca açıklığıyla ele alıyor, diğer öz değerlendirmelerde katı bir kapalılık var. İnsanlarla kurduğu ilişkilerden birtakım çıkarımlarda bulunabiliyoruz tabii, örneğin babasının evine ilk gidişinde ortalığın berbat halde olduğunu görüyor, etrafı toparlayıp babasına yarım yamalak veda ediyor, çıkıyor. Nick’le -sevdiği adamla- kurduğu ilişkide bu tür bir ruhsal dağınıklığı toplama istenci var biraz, Nick de açık vermiyor başlarda, Frances’le tanışmadan kısa bir süre önce psikolojik tedavi gördüğünü, kadınların her türlü yönlendirmelerine açık olduğunu vs. söylemiyor, zamanla ortaya çıkıyor bunlar. Şöyle bir şey, karakterlerin ne kadar derinleşebildiğini bilmiyoruz, kendilerini anlattıkları noktadan öncesini düşündüğümüzde yaşananlar belli bir düzene oturmaya başlıyor. İki türlü çıkarım var burada, birinde Hemingway’in gösterdiği kadarının altında aradığımız anlamı bulmaca oyununun çok benzerine bakarak kendi anlam örüntümüzü kurmaya çalışıyoruz, ikincisinde çıkardığımız örüntüyü karakterlerin açıklamalarıyla tartıyoruz. Tutuyor da, okura dönük kurmaca oyunları yok, okurun metnin yansımasını kurma gücü diyeyim, alımlaması aslında, ne kadar bu tür bir kurmaya dönükse okur da anlatıyı o kadar sevecektir bence. Ben beğendim, edebiyat var burada. Böyle de olur yani. Aksi halde yirmi bir yaşında, biseksüel, entelektüel, Deleuze parçalamaya açık bir üniversite öğrencisinin abuklamaları dışında bir şey bulunamaz. Y Kuşağı var burada, Z de var, 80 sonrasında doğanlar için metin ağır bir gerçeklik taşıyor.
Bobbi ve Frances ortaokuldan arkadaş, eski sevgililer. Birlikte şiir performansları düzenliyorlar, Frances şiir yazıyor, Bobbi de performansını koyuyor ortaya. Gerçi sonraları yaşadıklarının etkisiyle Bobbi’nin kendisindeki yansımasını öyküleştiren Frances sıkı bir dergide öyküsünü yayımlatacak ve 800 euro kazanacak, o para babasının yollamayı unuttuğu paranın üzerine şeker gibi gelecek, neyse. Bir performans sırasında Melissa’yla tanışıyorlar. Melissa’nın bir kitabı çıkmış o güne kadar, az ünlü bir yazar. Dergilerle, edebiyat ortamıyla bağı sıkı. Fotoğraf çekiyor, bir şeyler yazıyor, otuz yedi yaşında. Bobbi yavaştan Melissa’ya yürüyor hemen, Melissa bu ikisini evine çağırınca işler karışmaya başlıyor. Melissa’nın eşi Nick otuz iki yaşında, çocukken Antik Yunan felsefesini yalayıp yutmuş, “geleceğin dâhisi” olarak basında yer bulmuş, beklenen patlamayı yapamayınca oyunculuğa sarmış. Filmlerde, tiyatro oyunlarında oynuyor, oldukça yakışıklı bir adam. Frances’le aralarında bir cıztbızt yaşanıyor, birbirlerine mail yollamaya başlıyorlar, muhabbet ilerliyor. Sonra başka bir davette Frances adım atıyor, Nick’i öpüyor. Sevişiyorlar. Bobbi’ye göre Frances’in gerçek bir kişiliği yok, iltifat olarak söylenmiş bir söz. Frances istediği her şeyi yapabilir ve söyleyebilir, öyle bir karakter. Hiç kimsenin ahlak anlayışı olmadığını düşünüyor, Melissa’yı sevmiyor, Melissa da onu sevmiyor Frances’e göre. Nick sevilesi bir adam ama, kendisini de bir anlamda seviyor Frances, başına ne kötülük gelirse gelsin sarılacak bir kendisi olduğunu düşünerek avunuyor. Bunun yanında depersonalizasyondan da mustarip sanırım, olduğunu sandığı, iddia ettiği kişi olmadığını düşünüyor, kendisini dışarıdan izleyip ikinci bir insanı gözlemliyormuş gibi hissediyor. Tipik bir örnek aslında, Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan bir iki kitapta Frances’in karakter çözümlemelerine denk düşen bölümler var, kitapların adlarını hatırlamıyorum şimdi ama ahlak kürek bir şeyler geçiyor isimlerinde. Neyse, ilişkilerini sürdürüyorlar, sevişiyorlar, sohbet ediyorlar ama derinlikli sohbetler değil bunlar, seks üzerine kurdukları ilişkiye dair, havadan muhabbetler. Frances Nick’e kişiliğinin olup olmadığını soruyor arada, böyle saldırgan bir üslubu acı çektiğinde görüyoruz tabii, kendine itiraf edemiyorsa da parlamalarını adama aşık olmasına bağlıyoruz hemen. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyor kısacası, çünkü Nick’ten herhangi bir şey gelmiyor, iyi bir seks dışında. Nick bir anlamda avutulmak istiyor, ilgi gördüğü müddetçe doğru sözcükleri arka arkaya sıralarmış gibi. Seksi sürdürecek şeyler, fazlası değil. Frances daha fazlasını istediği için kendince oyunlara giriyor, adamı sıkıştırıyor ve kendine dönüyor hemen, bağları gevşetiyor. Sıra Nick’te, o geliyor bu kez. Oyun işte. “Nick’in gerçekte nasıl hissettiğini anlamak zordu. Yatakta herhangi bir şey yapmam için bana asla baskı yapmıyordu ve benim isteklerim konusunda her zaman duyarlıydı. Fakat yine de tepkisiz ve ketum bir tarafı vardı. Görünüşümle ilgili güzel bir şey asla söylemezdi. Bana kendiliğinden hiç dokunmaz ya da beni öpmezdi. Hâlâ her soyunduğumuzda geriliyordum ve ona ilk defa oral çektiğimde öylesine sessizdi ki durmuş ve canını acıtıp acıtmadığımı sormuştum. Hayır dedi ama tekrar başladığımda tamamen sessiz kalmaya devam etti. Bana dokunmadı ve bana baktığından bile emin değildim. Bitirdiğimde kendimi berbat hissettim; sanki onu ikimizin de keyif almadığı bir şeye maruz bırakmışım gibiydi.” (s. 71) Nick insanları genellikle bencilliğiyle yaraladığını söylüyor, istediğini elde ettikten sonra ötesini düşünmüyor. İlişkileri ayyuka çıkınca Melissa’nın Frances’e yolladığı mail onun bu durumunu irdeliyor aslında, Melissa bu ilişkiye karşı çıkmıyor, hatta Nick’in daha mutlu bir insan olduğunu gördükten sonra onaylıyor ama Frances’i uyarmaktan geri kalmıyor, Nick öyle bir erkek, kendine güvensizliğini kadınların ilgisiyle kapatmaya çalışıyor, bundan hiç böbürlenmiyor, Melissa’yı seviyor bir de. Aşık da olabilir, sonda görüyoruz ki Melissa’yla evlilikleri gayet güzel yürüyor, birlikte vakit geçirmekten keyif alıyorlar. Bu sırada Frances kısır kalmasına yol açacak bir sağlık problemi olduğunu anlıyor, hastane süreci başlıyor ama Nick’e hiçbir şey söylemiyor. Birkaç kez bayıldığı zaman ya sokakta ya da başka bir ortamda olduğu için Nick’in hiçbir şeyden haberi yok, Bobbi haber verene kadar. Frances’le bir müddet görüşmüyorlar, en sonunda Frances’i yanlışlıkla -belki yanlışlıkla değil- aradığı zaman kopuk ilişkilerini tekrar sürdürmek istediklerini anlıyorlar. Her şey başa dönüyor. “Şeyler ve insanlar etrafımda hareket ediyor, anlaşılmaz hiyerarşilerde konumlanıyor, tanımadığım ve asla tanımayacağım sistemlerde rol alıyorlardı. Karmaşık bir nesneler ve kavramlar ağı… Bir şeyleri anlayamadan önce onları yaşamanız gerekiyor. Her zaman analitik konumu üstlenemezsiniz.” (s. 270) Son.
Metinde can sıkıcı hatalar var, çift boşluklar, bitişik yazılan kelimeler, yanlış yazılanlar… Düzeltiden tekrar geçmesi gerek. Bir de “ultrason olmak” diye bir şey yok sanırım, “ultrasona girmek” değil mi o? Her neyse, günümüzden bir hikâye bu, uçtum akıllı iki insanın sancılı ilişkisi. Gerçi tek taraf için sancılı. “Sağlıksız bağlanma” diye geçiyor pedagojik metinlerde, Frances’in ailesiyle ilişkisi, babasının bir baltaya sap olamaması gibi etkenler onu bu tür bir bağlanmaya itiyor. Gerçi neyin sağlıksız olduğu tekrar gözden geçirilmeli bu zamanda.
Cevap yaz