“Bostancı ve Ben” denemesi için Marmara’yı dikiz. Birsel’in evinden görünüyormuş o zaman, şimdi mümkün değil. Yalova, Samanlı Dağları, Büyükada ve Heybeli mosmor, bazen lacivert, eflatun, menekşe, Deve Adası’nın üstünde bulutlar kurşuni. Deve Adası? Heybeli’nin iki tepesi arasına konmuş Papaz Okulu var, oradan Rum Yetimhanesi de görünseymiş. Ocak’ta başlayan gözlem Nisan’da bitiyor, denemeye nokta, ardından “kadın hakları savunucusu Kate Millet’ın 1 numaralı bir çehre züğürdü oluşu”, al beş paralık. Feministleri daha dişi buluyormuş Birsel, eril eril üfürmelerini geçiyorum. Ha, İlhan Berk “dünya yakışığı bir kadın” görse “Siz fuhşu sever misiniz?” diyormuş. Bombastik. Verimli bir dönemi yazarın, sürekli yazmak istiyormuş, istemese bunları üfürmez miydi. Müzik dinlemek bile istemiyor, sürekli yazacak, yazarlıkla bağdaşmayan otuz üç yıllık işinin gücünün acısını çıkarırcasına. “O otuz üç yılda zamanıma söz geçirebilecek durumda olsaydım, herhalde bugünkü durumumdan çok ilerde olurdum. Hiç değilse yazılarımı Fransızca ile yazmanın üstesinden gelebilir, kapışık kıpışık bir edebiyat çevresinden yakamı kurtarmış olurdum.” (s. 24) 1981’e geçtik, Birsel bütün bencilliğinin yazarlığından geldiğini söylüyor, başkalarıyla paylaşmak istemediği saatler günün çok saati. Giderek azalıyor, yaşlandığını fark eder etmez yaşlılık günlüğüne başlamış Birsel, nasıl yaşlandığını anlatıyor çünkü ilk kez başına gelen bir şey. İsimleri unuttuğu yıllar sonraki günlüklerinden birinde, Zeyyat Selimoğlu’na kitap imzalayacakken kafa gitti, neydi, “Selim”i hatırlıyor, gerisi adım adım geliyor ama ya gelmeseydi, soğuk terler. Vücut yavaştan iflas etmeye başlıyor, organlar alarm zillerini çalıyor: gözlerde çakan şimşekler, önce sağ göz, sonra sol, doktorlardan biri ileride kör olabileceğini söylemiş ama son gittiği doktor hiçbir şey dememiş, körlük yoksa tedavi de yok, hem hastaneye gitmek hastalığı geçirmekten çok daha güç. Yürüyüşlere çıkıyor yine, Çatalçeşme’ye, Bostancı’ya gidip geliyor hatta bir gün oturduğu apartmanda yangın çıkınca koştur koştur aşağı. Tüp patlayacakmış, itfaiye gelmiş, iki yaşlı kendilerine yardım edilmesini sessizlikle beklemişler ara katta. Yangının önü arkası tamam, yaşlılar konusuna dönmüyor Birsel, o kadar da yaşlanmadığını düşünmüştür. Zamanları kıyaslamaya başlaması tam tersini gösteriyor, Sormagir’e bağlanan merdivenli sokaktaki bir evin üst katında dokuz yıl yaşamış, dört katlı evin yerinde koca bir apartman varmış artık, tam olarak hangi kata tekabül ediyor ki üst kat? Dördüncü katın tavanından otuz santim aşağıda, belki tavana denk geliyor. Yarısı tavanda bir Birsel. Yarısı tabanda.
Arada sigarayı da bırakırsa tamam. 1980. Cinsel istek artıyor, karın sürekli aç, peynirler ekmekler, sebze çorbaları, her an nikotin atağı. Adalar kadar sigarayı bırakma işi, o kadar büyük, bir süre sonra adı geçmediğine göre alışılmış sigarasızlığa. Kendine bakış aynı zamanda, Birsel gündelik yaşamına daha bir eğiliyor, ne yapıp yapmadığını incelemeye başlıyor. Deneme yazdığı için mi şiiri bırakmış, Cemal Süreya bir süredir şiir yazamadığını, düzyazıya kurulu kafanın şiire çalışmadığını söyleyince düşünüyor, yıllardır deneme, günlük, bir sürü türde yazıp çiziyor Birsel, şiire yeri yok. “Ben denemelerimde kendilerini çiçek sevgisine vermiş, küçümencik bir kayıkla okyanusları aşmış, pejmürde bir lamba ışığında sabahlara değin edebiyat yapıtları üzerine eğilmiş, yaşama sevinçlerini başlarının üstünde tutmuş, sanat matahları önünde ceketini iliklemiş ya da sokakların şiirini kovalamış insanların öyküsünü anlatmakla, gençlerin içinde güzel, iyi, yararlı olan ne varsa onları uyandırmak istedim.” (s. 47) Şiire en yakın tür, içinde her şey var ama parıltısıyla adeta şiir. İçinde açtığı sayısız pencereden görünen sayısız pencere, bu sebeple bir denemeyi bitirmeden başka bir denemeye başlıyor Birsel, iki mevzuyu haso şekilde şıpbağlıyor. Tekniği de veriyor, aklına gelen her şeyi yazdıktan sonra eksiltme yoluna gidiyor mesela, öyle bir eksiltip pekleştiriyor ki bir sözcük dahi koyulamaz artık, istihkak yok, o şekilde bir deneme. O kadar çok yazıyor ki neyi yazıp yazmadığını hatırlamıyor, Ataç’ın “günce”siyle kendisinin “günlük” ü arasındaki münasebeti başka bir metninde anlatıyordu, burası ikinci baskı. Gerçi şiirde veya başka tür bir metinde kullansa nereden hatırlayacak. Evet. Günlükte de durum benzer, penceresinden bağlamasına, üstüne yayımlamak istiyor Birsel. Göreceğimiz üzere beş yıl yarılanmadan yayımlanmaya başlamış günlükler, yazarın iki üç yıl önce yazdıkları ses getirmiş. Buyrukçu’nun tepkisini göremiyoruz, ne oldu acaba? Anıları vardır kurguyla karışık, daha çok anı ama bir nevi kurgu da, günlük olarak da geçiyor bazı yerlerde, neyse, Buyrukçu biraz çarpıtmış anılarını. Şudur, birlikte gittikleri yayınevi bir şiir antolojisi hazırlamıştır da Birsel’in şiirlerine yer vermemiştir. Olabilir, Birsel ses çıkarmaz, Buyrukçu’ya göreyse şiirlerinin alınması için gönül koymuştur. Biraz alınır Birsel, yine de dostuyla bağını koparmaz çünkü hem öyle şeyler olur hem de edebiyatçı dost bulmak kolay iş midir, hepsi şapaşulla insanlardır edebiyatçıların, aralarından çıkan düzgünleri kaçırmamak gerek. Başka bir bahis, monografiyi andıran bir dergi çıkıyor, her sayıda bir şair. Üçüncü sayı Birsel’e ayrılacakmış, şairimiz seviniyor ama o an yanında olan dostu Necatigil sitem ediyor, hep de Birsel’miş çünkü! Ses çıkarmıyor Birsel, yerini Necatigil’e bırakıyor, dergi o sayıyla kapanıyor. Dostları için daha ne yapsın adam, yerini bile vermiş! Behzat Ay arıyor bir gün, intihar edeceğini söylüyor, çabuk gelse ya Birsel! Başkasını aramış başta da kimdi o, Buyrukçu mu, uzaklarda olduğunu söylemiş, Birsel hemen gelebilirmiş ama! Haberi yok adamın, bir telefon, yer ve zaman bellidir, görüşürler. Ay’ın üfürmelerini yakalar Birsel, yine de sesini çıkarmaz. Birsel ses çıkarmayı pek sevmemektedir, leşkarın eleştirmenlere cevap yetiştirmez, gogorok ağız tanıtımcılara hiç yetiştirmez. Anlaşıldığı kadarıyla Fethi Naci biri, diğeri de Doğan Hızlan. İstanbul dertli, edebiyat çevreleri sıkıntılı, soluğu her yaz Ören’de alıyor Birsel. Dostları orada, görüşüp görüşmediklerini yazmıyor da başka kitaplarında Oktay Akbal’la tavla oynadıklarını söylüyordu galiba. 1940 tayfa. Güncel dünya edebiyatının yılı yılına izlenmesi ilk o kuşağa nasip olmuş, Birsel öyle söylüyor. Kimin neyi izlediğini söylemiyor, kendi okudukları da çoğunlukla tarihin zortlu sayfalarıdır, en azından günlüklerine yazdığı kadarıyla. Okumamız için yazar Birsel, okunmalık günlüklerdir bunlar, giz yoktur. İsim vermemece belki. Aktunç’u eleştirecekse eleştirir, Akbal’ı eleştirir, yakınlarını hırpalama hakkına sahiptir de haksız hırpalamaya girişmez. Bir tersoluk gerekir, dostları da sağ olsunlar, illa bir şey yaparlar. İyilik de yaparlar epey, Nezim (Nezihe Meriç) iyi bir doktor önermiştir, Birsel memnun kalır, başka bir dostu bilmem neyi tavsiye etmiştir, işe yarar. Yahu getirip bir çuval çekirdek bırakan var, Birsel’in İstanbul’la ilgili yazılarına çok seven bir tüccarın hediyesi yazarken yemelik bir gıda. Sigara yoksa çekirdek var.
Ümit Yaşar Oğuzcan’ın cenaze töreni var, ilgilisinin elinden öper.
Alıntıyla bitireyim, şiddetle tavsiye edeyim. “Sennur Sezer, iki yıl önce benim Sait Faik gününde yaptığım konuşmadan da açtı. Ben, o gün, şimdiler müze olan evdeki çalışma odasının yukarda değil, birinci katta, kapıdan girince solda olduğunu ve yazı masasının da sağ köşede duvara yapıştırılmış olarak durduğunu söylemiştim. Aralıkta, masa üzerinde Goncourt ödüllerini kazanmış yazarların kitapları bulunduğunu belirtmekten geri kalmamıştım. Sözlerime de bir gün oraya Oktay’la (Akbal) birlikte gittiğimizde, Sait’in annesinin kendi elceğiziyle yaptığı tükenmezden içtiğimizi açıklayarak son vermiştim.” (s. 199)











Cevap yaz