Birsel caz dinler, caz söyler, cazlar, Charlie Parker’ın hayatını uzun uzadıya gün geçesiye anlatır ilk denemesinde. Çileli hayatların ilk kayıtlarını inceler önce, Plutarkhos’tan bir name, Demosthenes’ten bir eda, sonra aletini vuzileyen adamın peşine düşerken ortamların nasıl zenginleştiğini, müzisyenlerin birbirlerinden nasıl esinlendiklerini gösterir. David Crosby’nin şöyle bir anısı var, kişi Coltrane ama Parker da az fişek değil. Art Tatum’la başlar mesele, yarı kör piyanisti izleyen çocuklardan biri yakınlardaki lokantada bulaşıkçılık yapan Parker’dır, ustasının aralara meşhur melodileri sokmasından etkilenen Parker müzikle oyun oynamayı öğrenir böylece. Yüz beş bin örneğinden ilk aklıma gelen şu ki başka örnekleri de vardı, Govan’ı iki kez canlı izledim, oradan buradan bir şeyler sokmuştu çaldıklarına. İlginç, Beyoğlu’ndaki konserin üzerinden on küsur yıl geçti, mekanın bulunduğu sokakta çalışmaya başlayalı sekiz yıl oldu, mekan da beş altı yıl önce yandı falan, kararan binayı yıktılar, şimdi otopark. Marty Friedman’ı da aynı yerde izlemiştim, sahnenin bulunduğu noktada dolanıyorum sigara içerken, şaşırıyorum. Ben bir mekanım ama uzamım yok, bilincim var. İşte, Thelonius Monk girer ortamlara, Parker’ın etrafı insanlarla dolar, Dizzy Gillespie vuzileri notaya geçirerek arkadaşının işini kolaylaştırır derken yıllar süren ortaklık başlamıştır. Bir ara Miles Davis de katılır aralarına, on sekizlik Davis’le kadro fenafillah olur. Birsel bunlardan bahsetmez bir, müzisyenlerin kadınlarla ilişkilerine değindiğinde kavanço etmeler, fikifik eylemeler hadde hesaba gelmez. Tabii uyuşturucu bahsi olmadan nasıl gelecek Parker’ın sonu, ona da genişçe bir avaz. Yine ilginçtir, cazcıların torbacılığını bir dönem Malcolm X yapmış, malum kitaptaki upuzun söyleşisinde belirttiğine göre sonradan çok pişman olmuştur Siyahları zehirlediği için, belki ucundan Parker’ın ölümünde de parmağı vardır, kim bilir. Parker orkestralardan şutlanır, kulüplerden parasını alamaz, son günlerinde dostlarının yardımıyla geçinecek kadar kazanır ve hezeyanlara dalmaya devam eder. Cortázar’ın “Pusudaki Adam” öyküsünde anlattığı şeyler: muazzam bir hafıza, deli dehşet bir müzik kulağı, dengeden yoksun yaşam. Gecenin bir köründe sokağa çıkıp metroya atlar Parker, hatları dolanır, en ön vagonda rayların uzayıp gidişini izler. İki dolara bütün gece müzik yapan yoksul müzisyenler gelişirler, dünya para kazanırlar ve mahvolmuş hayatlarını bir köşeye bırakıp nidaya dönüşürler, havaya karışırlar. Bütün dünyayı etkileyen müzik kültürünün taşları günahlı olanlardan, çok azının hayatı sıradan.
“Cigarayı Nasıl Bıraktım” elbette cigarayı bıraktıktan sonra yazılmıştır, başka denemelerde gördüğümüz yaşantı buna da sızmıştır haliyle. Her odaya sigara bırakır bir zaman Birsel, hani sigarayı her an yanık tutmak gibi bir görevi vardır sanki. Dudaklarının bir köşesine yerleşmiş sigaranın dumanları arasından görünen kâğıt canlanıyor gözümde, tık tık tık veya hırt hırt hırt, belki tıkı tıkı tıkı yazılan ne varsa o dumanların arasında. Birsel hesaplaşmış, o güne dek içtiği sigaraları uç uca eklese İstanbul-İzmit arasını örtecek uzunlukta içim. Kırk yılda. Bu kadar derin bir bağ neden koparılır, Birsel’in dostu C. hayatını sigara yüzünden kaybetmiş, gelen son ziyaretçilerine sadece beklediğini söylemiştir. “Bekliyoruz.” Gelecek çünkü kırk yılın sözü. C. kimdi diye düşünüyorum, Cahit Külebi diyesim var, Behçet Necatigil mi acaba, birinin sigara yüzünden çektiklerini görenler sigarayı bırakmaya davranmışlar da çoğu tekrar başlamış, son damlaya dek püf. C.’yle ilgili dikkat çeken mevzulardan biri jüriliği, hastanede yatarken oylaması gereken metinler varmış önünde C.’nin, biri Birsel’in metni, arkadaşı etki altında kalmasın diye ziyarete gitmemiş adam. Garip, ödül peşinde eşi dostu darlamanın düşüklüğünü ne yapmalı bilmem. “Cigara artık benim burnum, gözüm, kaşım, kulaklarım, saçlarımdı. İnsan bu yüz parçalarının varlığını her dakika aklında tutamayacağı gibi ben de ağzımdaki cigaranın varlığını unutuyordum. Zaman zaman da, ağzımda cigara olduğu halde: ‘Eh, artık bir cigara yakayım’ diye yeni bir cigara alıyor ve onu ancak dudaklarıma yaklaştırdığımda işin zigotoluğunu çakıyordum.” (s. 44) İyi yaşamıştır, uzunca da yaşamıştır, Birsel’e göre sırrı bol bol dolma, zeytinyağlı yemekler yemesidir, tıkanmaya karşı en iyi çare tıkınmaktır ona göre, sigara içmemenin yolu da tıkınmaktan geçer. Ne, kilo almaya başlar, şiştikçe şişer, üç haftada beşe katlanır ama sigaraya başlamaz. Korkusu Enis Batur’unkiyle aynıdır, ağızda sigara olmazsa hiçbir şey yazamayacaklarını düşünürler ama ikisi de çözmüşlerdir sorunu. Birsel az daha ağır atlatmış o dönemi herhalde, yazamadığı gibi hiçbir şey okuyamadığını da söylüyor. Sigarayı bırakmasının denemesi sahalara döndürüyor Deneminho’yu, süper. Başka kelime şakası yok, uykusuzluktan. Bağlar gevşiyor, burada Sözlük’te yazdığım gibi yazsam çok sağlam küfür yerim. Eğlenceli. Sigara reklamı diye bir şey vardı eskiden, şık şık insanlar sigara içerken daha da şık görünüyorlardı. Mı, ağza sokulan ot silindirinin çekiciliği artırma biçimi incelenmeli. Yavaş intihar çekiciliği. Elde beyaz bir şey tutma çekiciliği. Ağızdan burundan duman gelmesi çekiciliği. Kokuyu al, her şeyi bitirir. Rezalet bir koku bu sigaranınki, yüz metre öteden gelebilir, tütünün kalitesine göre jandarma çağırtabilir. Kısmet.
Kısa denemeler gırla, “Niagara”da Jack Kerouac’e merhaba! Big Sur’a 1920’lerin sonlarında hücum ediyor insanlar, Henry Miller da oralarda takıldığı için hatırlıyor eskiyi. Kanepeye uzanmış uyuyor diyelim, o ara Kerouac yazıyor veya mezarında kıpırdanıyor bir, öldüğü zamana göre. Zavallı annesini merak eder, diğer yandan haytalığı sürdürür de bu denemenin konusu neydi, Miller mı, başka biri mi? Birsel’in denemelerinin başı hangi meselelere yoğunlaşacağını kestirebilmek için hiç yeterli değildir, bir anda bambaşka bir olaydan bahsetmeye başlayabilir Birsel, ustalığını göstermek için yapmaktadır bunu. Öyle diyor.
“Beyoğlu Geceleri” o sevdiğimiz tat, beğendiğimiz ortamlar, 1940’lı yıllarda sinema. Sait Faik, Samim Kocagöz, Sabahattin Kudret, Cavit Yamaç ve Salâh Birsel gezer dururlar, sinemadan sinemaya girerler, dönemin meşhur filmlerini kaçırmazlar. Sait Faik’in kafasında ezik bir fötr, üst baş yalelli. “Sait’inki gibi, bu dış görünüm tırıllıktan değildir. Sporculuğundan gelen bir şeydir. Ne ki yürüyüşü, eskiden İzmir Erkek Lisesi futbol takımının sağ açığını doldurduğunu, 10 metrede insana parmak ısırttığını belli edecek hiçbir kıpırtı göstermez.” (s. 126) Sporculuğu geride kalmıştır da lafları koşuşturması sürer, Nektar’a geçtikleri zaman Halit Fahri’nin oğlu Gavsi’nin yazdığı şiirlere takılır Sait Faik, şöyle yarım bir güler ama kendi de aynı tür şiirler yazar nihayetinde, evetler. Başka, yeni yetme bir artiste tutulur Sait Faik, ilgisini gösterince kadın işin olmayacağını, Sait Faik’in yaşlı olduğunu söyler. Fena mı, baba, abi, sevgili gibi sevebileceğini söyler Sait Faik, üçü bir arada. İzmir’e gitme olayı var, etrafında kim yola çıkacak olsa dertlenir, sinirlenir Sait Faik, uzun zamandır İzmir’e gidemediği için kuruca domatese döner. Demir Özlü olsun, Cahit Sıtkı olsun, Ankara’ya çakılmayıp İstanbul’a dönebilmiş kim varsa oralarda bir yerlerde dolanmaktadır, Birsel hepsini yerli yerine koyar. Şu mekan, Attilâ İlhan orada. Burada Oktay Rifat var, rutini belli. Ahmet Muhip’in dostu piyasadaysa hemen şiirler gelir akla, herkes metinleriyle birlikte var olur. Günümüzde direkt metinlerle. İki kelime etmeye kalk, evden çıktığına pişmansın. Yazar personası insanı def etmiş resmen, ev süper. Çıkmamalı.
Birsel. Acayip şanslıyız.
Cevap yaz