Tanrı ölür, dünyadaki tüm insanların yedide biri falan kaybolur, dünyadaki tüm insanlar kör olur da biri tam o sıra gözlerini kapadığı için kör olmaz, tek gören odur artık, bir sabah uyanırız ki anüsümüzle ağzımız yer değiştirmiştir, eyvahtır, insanlık bu yeni duruma nasıl uyum sağlayacaktır, böyle kurgular rağbet görüyor ki görsün, iyi kurulmuşsa hikâyeler tatmin ediyor. Mesela Tom Perotta’nın Kalanlar‘ında mizah tonu karakterler arasında varsa vardır, anlatıda yok, bir alyan kadar ciddi metin. Tanrı Öldü‘de de pek yok ama son öykülerden birinde Evrim Psikologları’yla Postmodern Antropoloji arasındaki küresel savaşa denk geliyoruz, Tanrı’nın ölmesiyle birlikte insanın geldiği nokta bambaşka saçmalıkta. Havaya uçan insanları gazete haberlerinden takip ettiğimizce dehşet, bir adım geri çekilip durumun absürtlüğüne bakınca matrak. Aslında tam da Mustafa Çevikdoğan’ın öykülerinde benzer saçmalıklar etrafında gruplaşıp çatışmaya başlayan insanların hali. Bu kitabın düzeltisini Çevikdoğan yapmış, denk gelirsem öykülerden esinlenip esinlenmediğini soracağım. Sırf bu bağlamda tabii, yoksa Tanrı’nın ölüm ânıyla öldükten sonrasının anlatıldığı öyküler birbirine bağlı, o kaotik dünyanın farklı yüzlerini gösteren öyküler, belli bir konsept çerçevesinde. Üsluba dair, eh, klasik Amerikan üslubu aslında. Olay, diyalog, olay, biraz daha diyalog, varsa twist, son gibi bir son. Hikâyelere odaklanmak lazım, Tanrı’yı yitiren insanlar hemen yenisini mi buldular, ödünleme mekanizmasıyla Tanrı’nın yerine başka bir şey mi koydular, hangi kurumlar ortaya çıktı, bu ne iştir, Tanrı’ya gerek duyulmayan bir yaşam biçimi yok mu mesela? Düşününce, yani bir iki ateistin o karmaşada ne halt ettiğini görmek iyi olurdu, arada derede agnostikler deist mi oluyorlardı, buna benzer bir şey vardı ama o kadar, hep tersyüz olmuş dünyada debelenen insanlar gerisi. Araya sıkıştırayım, Tanrı’nın ölümüyle yüzleşmeye çalışan insanların hallerini gördükten sonra Tanrı’nın ansızın ortaya çıktığında neler yaşanabileceğini görmek isteyenler Ted Chiang’ın Monokl’dan çıkan iki kitabından birine baksınlar, öyküyü bulamadım şimdi. Aslında iki kitabına da baksınlar, şimdi dibimi düşüren “Evrenin Göbek Deliği”ne rastladım. Chiang da seviyor bu evrensel spekülasyonları, mesela 58 Eridani adlı yıldızın “yermerkezli bir güneş sistemi” oluşturduğunu, yıldızın 24 saat aydınlattığı ve evrende hareket etmeyen tek cisim olan bir gezegeni düşünün. Tanrı evreni bu gezegendekiler için yaratmış, bizimkini deneme tahtası olarak kullanmıştır, o halde insan ikinci plana atıldığı için ne düşünür? Acayip acayip fikirler, en sevdiğim.
“Tanrı Öldü” insanlar arasında bir insan olan Tanrı’nın Kuzey Darfur’da delik deşik edildiği, Colin Powell’ın Tanrı’yla karşılaşınca doğru bildiği şeyi yaparak siyasi anlamda intihar ettiği öyküdür. Tanrı bir kadın kılığında mülteci kampına gelir, yarasının acısıyla ne kadar çaresiz kaldığını tekrar tekrar düşünür, suçluluk duygusundan rahat edemez. Aslında bu suçluluğu da tartışılır ama en basit haliyle düşünelim Tanrı’yı, yani insanın onu düşündüğü en basit haliyle, “Neden bunca kötülük?” sorusunun muhatabı olarak. Thomas Mawien adlı bir çocuğu aramaktadır, Powell’la karşılaşınca adamın o Neo-Con zırhını deler. Powell o gün dünyanın başka bir yerinde gerçekleştireceği ziyareti iptal edip ülkenin en üst kademesine çocuğun bulunup getirilmesini “emreder”, getirilen çocuk Mawien çıkmayınca da arazi olur hemen. Kampın basılmasını engelleyen oradaki varlığıdır, uçağa atlar atlamaz Cancevitler mekanı basıp dümdüz ederler, Tanrı ölür. Diğer yanda Powell’ın değişimine yol açan mevzuyu görürüz, gençliğinde haksız yere öldürülen arkadaşının öcünü almak için “uyanmıştır”, Bush’a telefonda siktirip gitmesini söyleyip istifayı basar, hayır, kovulmayı reddeder. Beyazların arasında güçlü bir siyah olmak için yaladığı kıçlar aklına gelir, öz eleştiri yapar ama çok da eşelemez durumu. “Kardeşlerine” yardım etmeyen Siyahilerin eleştirildiği malum, Sidney Poitier usulca iğnelenir mesela, Powell politikacı olarak ön planda.
“Köprü”de Dani Kitchen evine dönüyor, arabasının arka koltuğunda mezuniyet kepi ve cübbesi var. On sekiz yaşın heyecanları yaşanmış, mesela birileriyle sevişilmiş, baloya gidilmiş, bir güzel piiz, tam porsiyon öğrencilik. Bir iki anı, insanın kötülük potansiyeline dair anneyle muhabbet derken köprüye geliyor Dani, eyalet rahiplerinden birinin korkuluğun yanlış tarafında durduğunu görüyor. Polisler toplanmış, rahibe yapmaması için yalvarıyorlar ama çok geç. Tanrı’nın zihinde ölmesi bu da, Dani gördüklerine inanamadığı için her şeyin eğlence olduğunu düşünüyor, tabii köprünün diğer tarafında kızlı erkekli grubun eğlenceye devam etmesinin de etkisi var bunda. “Dani rahibin bakışını izleyerek yukarıya baktı. Mavilikten başka bir şey görmedi. Arkasına döndüğünde rahip yok olmuştu. Uzun bir süre her şey öylece dondu kaldı.” (s. 43) İnsanın gökyüzünde bulduğu inancın yerinde hiçbir şey yok şimdi, yine de gökyüzü aynı gökyüzü. İnsanın yarattığını araması da o gökyüzüne ait, mavilik ne aranırsa onu sunuyor, aramayana sadece mavilik sunuyor. Kafi.
“Pastırma Yazı” on gencin oturup zaman geçirmeleriyle ilgili, geçirecek ne kadar zaman kaldıysa. “Beynimizi dağıtmaca” oynamaya başlamadan önce iyi bir içmişler, aileler dağılmış. “Ayrıca bu, Tanrı’nın öldüğünün resmi olarak açıklanmasından sonra, ama Çocuklara Tapmayı Önleme Derneği’nin kurulmasından önceydi ve genel olarak her şey, ister sarhoş ister ayık, biraz garip ve gerçekdışı görünmenin ötesindeydi.” (s. 47) Hakikat algısı kaybolmuş, başka bir boyuta geçmekten başka çare bulamamış çocuklar, iki tanesi silahları karşılıklı tutup tetiği çekiyorlar. İçlerinden biri intihar etmek istemeyince kaçıyor, Rick nam bıçkın onu kovalasa da yakalayamıyor ve eve gelen polisi boğazından vuruyor, ortalık kıkırdak ve sanat. “Geçen dönem Çağdaş Sanatta Yeni Açılımlar diye bir ders almıştım ve soyut dışavurumculuk üzerinde epey zaman harcamıştık. Bu yüzden ders kitabımızda bu eser için yapılabilecek tanımı tahmin edebiliyordum: Pollock, Jackson. İntihar. Pamuklu üzeri beyin, 2005.” (s. 48)
“Sahte Putlar” önceki öyküde adı geçen derneğin çalışanı bir psikoloğun yaşamı. Adam ebeveynlere çocuklarının o kadar da özel olmadıklarını anlatarak sağlam para kaldırmış, insanların nefretini de kazanmış böylece. Tanrı yoksa çocuklar var, en saf olanlar en ilahî olanlarsa çocukların dilekleri Tanrı buyruğudur, o halde şekerleme isteyen bir çocuk için evi arabayı satmak bir nevi ibadettir. Psikolog bu patojeni ortadan kaldırmak için uğraşıyor da arabasını çizeninden dayat atmaya heveslenenine etrafı sayısız düşmanla dolu, altmış millik mesafede kendisine su bile satan yok. Sevgilisinin ifşa olmasıyla fedakarlık yapmaktan başka çaresi kalmıyor, kendini kasten linçe uğratmalı ve kadını kurtarmalı. Savaştan önceki son mutluluk günlerinde mutsuzluk. Psikolog kaosun başladığı günlerden bahsediyor, ruhsal boşluk yüzünden çocuklara tapınmanın öncesinde agnostikler ateistlere katılmışlar, şimdi rastladım da, bunun da pek mantıklı bir yanı yok sanki. Tanrı’nın ölüsünü mideye indirip su üzerinde yürüyen köpekler için kurulan tapınaklar oldukça ilginç, sonsuz bilgiye sahip köpeklerden son kalanıyla yapılan röportajı bir başka öyküde okuyabiliriz. Tanrı’ya Laplace’ın şeytanı rolü sığmaz da, işte, köpekler her şeyi bilir hale gelip Tanrı’yı bilgiye indirgemişler, konuşabiliyorlar da, o zaman söylediklerini dinleyip gnostisizmin ötesine varmayalım. Köpekçik de varamıyor zaten, insanların kendisini nasıl sömürdüğünden bahsediyor, bir iki şikayet, bitti.
Sonraki öykülerde savaş çıkıyor, epistemolojik cepheler belirleniyor ve tanklı tüfekli tartışmalar dünyayı mahvediyor. Evrim Psikologları’nın başında Alan Sokal var diye düşünüp güldüm, Postmodern Gebeşler’e bomba ucuna bağlanmış taramalıyla saldırırdı.
İyi metin, iyi öyküler.
Cevap yaz