Ulis memleketine döndüğünde acınacak haldeki köpeği Argos’u görür, gözyaşlarını tutamayıp başını çevirir. Sahibini tanımıştır Argos, bit içindedir, Ulis’in yanına varamayıp çökünce birkaç damla gözyaşıdır anlamı. Grenier’nin Ulis’ine sık sık çikolata veren Alman gözyaşı dökmez, hatırlamaz bile, bir zamanlar her gördüğünde sevdiği köpeğin ölümüne üzüldüğü söylenemez çünkü her köpeği sever o, Grenier bu yüzden üzülür. İki yılda unutulan aslında yaşamının önemli bir parçasıdır, gerçi Alman’ın aksaklığını gördükten sonra pek de durmamıştır üzerinde. Zaman geçer, köpekler ölür, insanlar ölür, hikâyeler ve mitolojiler kalır diyeceğim ama dünya da ölünce geriye ne kalır bilinmez, o yüzden yaşamı paylaştığımız her şeye dört elle sarılıp kalan birkaç yılımızın tadını çıkarmaya bakalım ki hakkını verelim şu işin. Grenier köpeklere dair tarihten, edebiyattan bir şeyler çekiyor da koyuyor ortaya, Gallimard’ın has adamlarından olduğu için pek çok yazarı ve köpeği de tanıyor, hikâyeleri bağlıyor veya bağlamıyor ama hoş bir metin çıkarıyor ortaya. Dick’i de varmış bir zamanlar, Grenier’nin babası bir kumar borcunu Dick’le tahsil etmiş. Başta iyi karşılanmamış ama zamanla çok sevmişler Dick’i, Grenier’nin köpeklere düşkünlüğü Dick’le başlıyor. Av köpeği, ara sıra eski huyunu hatırladığı olurmuş ama Grenier’nin babası balıkçıymış neyse ki. Kafasına esince basıp gitmesi kötü, eski dostunu aramak için kentteki büyük kahvelerde dolanırmış, kasadakilerin tamamını tanırmış üstelik. Grenier’yi soktuğu tehlikelerin dışında sakin bir köpek, evdeki büyük koltukta yatmayı sevmesinin sebebi yuvarlak masaların altında pineklediği dönem olabilir, belki sigara izmaritlerini düşlemesi. Ulis’e dönelim, hep aynı sokaklarda dolaşmayı seviyor. Bir köpek olduğumu anladım bu kısmı okuduktan sonra, iki üç saatlik boş zamanım varsa Altıntepe’den giriyorum, İdealtepe’den çıkıyorum, hep aynı sokaklarda yürümenin saadetini bildiğim için Ulis’in çattığı keyfi çok iyi biliyorum. Yeşim bunun biraz sağlıksız bir şey olduğunu söyledi ya da öyle söylediğini sahte bir anının yardımıyla hatırlıyorum, bu sağlıksızlıktan huzur çıkarıyorum az. Buradan hiç ayrılmayacağımı düşünmek hoşuma gidiyor, buradan hiç ayrılmamalıyım. Yolumun üzerinde ünlü bir yazar oturmuyor, gerçi oturuyor, Caner Almaz’la Merve Akıncı Almaz’ın evlerinin önünden geçiyorum her gün, komşu sayılırmışız meğer. Peki o yürüyüşte Ulis kimin evinin önünden geçiyor, Romain Gary’nin. Sabahın yedi buçuğunda karşılaşıyorlar, Gary ayaklarını sürüyerek gazetesini almaya gidiyor, tütüncüde kahve içiyor ve Ulis’i “kerata” lakabıyla çağırıp seviyor. 1980’de son kez: Grenier ne yazık ki Ulis’in ölüme mahkum olduğunu söyleyince Romain’den şiddetli bir hıçkırık yükseliyor, ardından kapı sundurmasının altında gizleniş. Ulis kısa süre sonra ölüyor, ondan az sonra da Romain. “Köyümüz yazarlara her zaman çekici gelmiştir. Raspail Bulvarı’nda Gallimard Kitabevi’nin vitrinini süsleyen portrelerde komşularımı görüyorum. Hepsi dipdiri, onlarla sokakta karşılaşıyorum. Ama kimi zaman yitirdiği dostlar karşıma çıkmıyor değil. Bunlardan biri Romain Gary olunca üzüntümü artıran, kitabevindeki fotoğraflardan birinde Gary’nin kucağında köpeği Panço’yu tutması.” (s. 27) Bac Sokağı’nda Stendhal oturmuş yüz elli yıl önce, yazdığı bir mektupta iki köpeğini över de dokuz ay sonra ölmüştür Stendhal, köpeklere ne olmuştur?
Claude Gallimard’ın kokeri Harry yayınevi çalışanlarına ve yazarlara yakınlık gösterirmiş de Aragon’u görür görmez saldırır, çiğ çiğ yemek istermiş.
Descartes köpekleri yarı makineye indirgemiş de Kant makine olmadıklarını söyleyerek güzelliklerin onurunu kurtarmış adeta. Gerçi hiçbir kedi polis için çalışmadığından biraz daha rağbet görür ve köpek kitaplarına oranla kedi kitapları daha çok satar ama köpeğin geri planda kalması iyidir bu açıdan, söz dinler. Köpekler dünyadaki her dili anlar, espri. Suçlu olduğunu bilir, sevinir, hareketleri anlama açıktır. Baston darbeleriyle yola getirildiklerini söyleyen hıyarlar varsa da onları nazikçe uyararak -kıçlarını ısırabiliriz- düzgün birer insana dönüşmelerini sağlayabiliriz. Çehov’un köpekli öykülerindekileri pek değiştiremeyiz, onlar oldukları gibidirler. London’ın öykülerindekiler değişirler, iyi veya kötü insanlar yüzünden köpekler acı çeker ve kurtulur. London kendi acılarını da köpeklere yüklemiştir, onun köpekleri çok insandır, köpek olarak görmememizin gerekeceği kadar hem de. Sartre’ın Rus çevirmeni Lena Zonina köpekleri sevemeyeceklerini, onların kampları koruyan hayvanlar olduklarını söylemiş, Rusya’da işler böyle. Gülayşe Koçak’ın Topaç‘ında geçiyordu, kıtlık zamanı evinde evcil hayvan besleyenler iyi bir cezalandırılıyorlardı, israf çünkü. Süs köpeğine iyi gözle bakılmaması ekonomik çerçeveden anlaşılabilir de gıda sarfı değil ki olay, dostlarımız sayesinde nice geceden sağ çıkmışızdır veya ertesi gün işe gidecek gücü bulmuşuzdur, ne bileyim, intihar etmek isteyenler köpekleri yüzünden kaç kez karar değiştirmişlerdir? Grenier bir gün Ulis’le birlikte Prag’da yürürken bir delikanlı, “Yaşasın köpekler!” diye bağırmış. Hoş! Bizdeki köpek katliamına da değiniyor Grenier, 1910’daki binlerce köpeğin katledildiği o insanlık dışı olaya. “İşte, aynı yöntemleri hemcinslerine uygulamadan önce insanların köpeklere yaptıkları.” (s. 64)
Latinler “r” harfine homurtuyu çağrıştırdığı için “köpek harfi” derlermiş.
Freud ölüm döşeğindeyken köpeği Lün’ü son kez görmek istemiş ama Lün bir köşeye gizlenip kalmış öyle, çene kanserinin kokusundan uzak durmaya çalışmış. Ölümden uzak durmak her köpeğin istediği bir şey değil, mezar üzerinde uyuyan köpekleri biliyoruz. İnsana yakın olduklarını zaten biliyoruz, bu yüzden insan sevmeyen Schopenhauer köpeklerin bir nimet olduğunu belirtmiş. Tam tersi bir tutum Bernhard’da var, köpeklerden nefret ediyor Bernhard ve insanlarla birlikte köpeklere de katlanamadığını söylüyor. Kedilere ne dedi acaba? Herodot’a göre Antik Mısır’da bir kedi doğal ölümle can verdiğinde ev halkı yalnızca kaşlarını tıraş edermiş, köpek öldüğündeyse başlarını ve bütün bedenlerini. Queneau birçok metninde köpeklere yer vermiştir, çoğu da kendi köpeği Dino’nun görünümleri olsa gerek. Adının kökeni de “köpek”ten geliyor olabilir ünlü yazarın, ihtimal. Hayatının son döneminde edindiği son dostu yüzünden hastaneye geç yatmış Queneau, Grenier iddia ediyor ki ölümü bu yüzden hızlanmış. Ulis’i de hiç sevmezmiş o çocuk, dostluk işaretlerini hor görürmüş. Anlaşamayan köpeklerde üzücü bir şey var, baktığımızda bir yerlerini koklayarak hemen arkadaş olabileceklerini düşünürüz ama işler her zaman yolunda gitmez. Belki de kendi dostları yeter köpeklere, daha fazla edinmek istemezler. Bu konuda bir araştırma var mı acaba, mesela bize altı dost yetiyor diyelim, hayvanlarda böyle bir sınır?
Valéry’nin mezarını soranları cevaplamazmış belediye memuru, köpeğini uyandırıp “Valéry!” dermiş, köpek mezara götürürmüş ziyaretçiyi. Sonra bir kültür bakanı köpeğin rehberlik yapmasını yasaklamış, uygulama tarihe karışmış. Valéry’nin karakalemle çok güzel bir köpek portresi çizdiğini biliyor Grenier, mezarını gösteren köpeğin öldüğü zaman nereye gittiği kesin bence. Rilke’yle sonlandırıyorum, köpek olma durumu kabul görmekle dışlanmak arasında bir yerde. Bütün güveni bağlamakla ilgili bir şey, kimse öylesi bir körlüğü görmek istemez. Tam da bu yüzden herkes görmek ister, çok insanca bir şeydir bu çünkü. Aşk kısa sürer, köpek pek uzun yaşamaz. Aşk göze mil, köpek için bir şey fark etmiyor zaten. Köpek yaşadığınca izleri takip ediyor, basit bir örüntü ona yeter. Ünlü bir psikanalistin imrendiği kadar var, Gantheret hayıflanarak aynı yeteneğin geçmişe doğru sağlıklı bir şekilde iz sürmek için ideal olduğunu, ne ki insanın ideal olmadığını söyler.
Cevap yaz