Haritalar internette var, kurmacalarda mekan olarak kullanılan sokakları, caddeleri, parkları edebî harita üzerinde görmek güzel, bunun yanında Google sağ olsun, şöyle bir dolanabiliyoruz oralarda. Labat Sokağı’nı, Lambert Sokağı’nı, Sabatier’nin minik Olivier’yi koşturduğu sokakları incelemeye doyamadım. On yaşındaki çocuğumuz hayatının en unutulmaz dört ayını geçiriyor oralarda, gerçi doğduğundan beri koşturuyor ama annesinin ölümünden sonra bir başka bakıyor dünyaya artık. Var olduğu mekanı ve mekanı paylaştığı insanları kaşif gözüyle görmeye başlayınca metnin çeperlerini zorlamaya başlıyor, oldukça duyarlı bir çocuğun sihirli dünyasını kurguya kim sığdırabilir diye düşününce, eh, çocuğun kendisi. Sabatier kendi yaşamından almış alacağını, mesela savaşın kapıda olduğunu komşu teyzeden duymuştur, mahalle abisinin faşistliğini anlamlandıramadan atmıştır hafızaya, hepsini romana tıkıştırmıştır. Yetişkin aklıyla yorumlamaca yok, geride tehlikenin büyüdüğünü anlıyoruz da bir çocuk ne kadar anlıyorsa politikadan, o kadar. Sabatier 1923 doğumlu, Olivier’nin aylaklık zamanları aşağı yukarı 1933’e denk geliyor herhalde, yaza. Korkunç bir sıcak varmış, sokaklar bomboşmuş öğlenleri, Doctorow’un ve adını hatırlayamadığım bir yazarın metinlerinde belirttiğine göre Bronx da o yıllarda istatistiklere göre en sıcak yazı yaşamış. Enleme bakıyorum, pek bir fark yok iki şehrin arasında. Olivier geceleri Paris’in renkli sokaklarında dolanıp gündüz haytalık yaparken Bronx’ta çocuklar sokaktaki itfaiye fıskiyesini(?) açıp gökkuşağını izliyorlar, hatta Zezé rahiplerle didişip ormanda hayaletliğe soyunuyor o sıralar, diğerlerinden birkaç yaş daha büyük. Kurmaca karakterlerin aynı zamanlarda yapıp ettiklerini kafamda canlandırmak hoşuma gidiyor, bunun Sabatier’nin romanıyla bir ilgisi olmasa da Olivier’nin Zezé’yle benzer derinliğe erişmesi, belki buradan tuttururum. Hisli bir kardeş Olivier, babası Pierre bir süre önce vefat ettikten sonra tuhafiyeyi annesi Virginie idare ediyor, iyi kötü yaşıyorlar. Sokağın bir özelliği yok o sıra, yenen ve atılan dayaklar, bilyeler, okulda haylazlık. Dükkâna gelen erkekler sayesinde sinemaya veya kuzeni Jean’ın evine gidiyor, yakışıklı Jean ve güneyli eşi Élodie de pek sevişken oldukları için daha çok sinemaya. Virginie’nin intiharına dair hemen hiç veri yok çünkü Olivier çocuk daha, anlatıcı onun perspektifinin dışına hiç çıkmıyor. Bir ara Virginie “anne” dememesini istiyor oğlundan, Olivier yine bildiğini okuyor. Meşum gün geliyor sonra, birlikte çikolata eritiyorlar, yağlı çöreklerle birlikte afiyet, uykuya dalıyorlar ve Virginie uyanmıyor. Devamlı müşteriler bir şeylerin ters gittiğini öğle vakti anlıyorlar, Olivier’ye kapıyı açtırıp dalıyorlar içeri, sonrası yıkılan koca bir dünya ve ardından yenisinin doğması. “İlk defa böylesine dikkat kesilmişti: şimdiye kadar annesinin kolları arasına büzülmekten başka bir şey yapmamıştı; sokağın dışında kalmış, orada olup bitenleri doğrusu hiçbir zaman görmemişti, işte her şey, onu kendi vücuduna, kendi elbiselerine, kendi benliğine yönelterek, birdenbire olduğu gibi görünüyordu. Evlere, dükkânlara, duvarlara, tabelalara, sokak levhalarına gözünü ayırmadan baktı. Her şey karşı konulmaz gerçekliği içinde ona birdenbire olağanüstü göründü. O zaman, bu evren nedir dedi içinden; ben bu evrende neyim diye sordu kendine.” (s. 7) Sokağın kadınları toplanır, adli tabip gelir, Olivier’nin hayal meyal hatırladığı zengin üvey dayı ortaya çıkar, cenaze töreninden sonra ailenin toplanıp aldığı karar sonucunda Olivier bir süreliğine kuzeninin evinde yaşayacaktır. Şans aslında, genç ve âşık çift hayatın tadını çıkarma konusunda Olivier’ye engel olmaz, tek sorun yokluktur. Jean matbaadaki işinden atıldıktan sonra figüran olarak çalışmak ister, yanında Olivier’yi de götürdüğü sırada sinema dünyasına da şöyle bir göz atma fırsatımız olur. Mahalle azınlıklara ev sahipliği yaptığından renklidir, sokakta türlü türlü insanın yaşaması Olivier’yi panayırın orta yerinde ne yapacağını bilmeden, büyülenmiş bir şekilde etrafına bakan yalnız bir çocuğa çevirir. Şenlik başlar hemen, Jean ve Élodie tencereyi her gün kaynatamasalar da sevgiden yana çulsuz değildirler, yani yirmilerinin başında iki insan olarak yaşamı ne kadar biliyorlarsa, parasızlığa ne kadar tahammülleri varsa. Élodie sık sık yakınır, Olivier serseri gibi dolanmaktadır her gün, geceleri eve geç dönmektedir, Jean da bir iki laf söyler ama o kadar, nihayetinde bir annesinin yokluğunu hissetmektedir Olivier, özellikle kepengi inik tuhafiyenin önünden geçtiği zaman.
Ne sokak! Günün her vakti için bir betimi vardır Olivier’nin, her sakin için bir manzarası, bunlar yetmediğinde Paris’in ışıltılılarından doğan heyecanı! Translar, sinema artistleri gibi poz kesen yeniyetmeler, çok güzel kadınlar ve arabalar, Olivier gördüğü her şeyi işlemeye çalışır ama beceremez, sadece bilişsel kaydını tutar çoğu zaman. Sokakta her şey belirgindir tabii, Örümcek’in çarpık bacakları yüzünden iş görememesine üzüldüğü bir gün dayanamaz, adam aç olduğunu da söyleyince eve gider ve Élodie’nin pişirdiği yemeğin bir kısmını aşırmaya çalışır ama döküp saçar, sıkı bir azar yedikten sonra aldığı elmayla hemen Örümcek’in yanına gider zira çiftin yine sevişesi gelmiştir. Yaz sonuna doğru Örümcek’in rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığını öğrenir, adamın yaşadığı eve gider ve yaşlı arkadaşının okuduğu Schopenhauer’ın bir kitabını bulur, yanına alır. İnsanlardan kasten uzak duran Örümcek’i daha iyi biliriz artık, Olivier de bilmek ister ama okuduğundan hiçbir şey anlamaz, kitabı daha sonra okumak üzere saklar. Okulu bırakmıştır o ara, arkadaşlarının okuldaki maceralarını üzüntüyle dinler ama kendisine hep haşin davranan öğretmeninin kendisini unutmadığını, diğer öğrencilere verdiği hediye kitaplardan birini kendisine gönderdiğini öğrenince sevinir. Bu arkadaşlar da üşütük, daha doğrusu tam çocuk. Biri aşırı mantıksız cümleler söyler de absürtlüğe şapka çıkarttırır mesela, Sabatier dışında çocuk saçmalığına böylesi yer veren bir yazar daha görmedim, çok hoşuma gitti bu detay. Canları sıkılınca mutlaka yapacak bir şey bulurlar, yan sokağın çocuklarıyla dövüşürler ve Olivier dayak yediği bir gün kıçının siyaha boyanmasına engel olamaz, matrak. Sağa sola çatarlar, dükkânlara dadanarak peşlerinden koştururlar insanları, türlü numara. Saymakla bitmez de üçünü anlatmalı, mahallenin en ilginç üç sakininden biri Bougras. Yetmiş yaşındaki bu adam sıkı komünist, ekmeğini gündelik işlerden çıkarıyor ve insanlık onuruna zerre dokundurmadığı, varsıllar da yoksulların onurlarıyla oynamayı görev belledikleri için lafı gediğine koyup kodamanları kudurtmayı iyi biliyor, Olivier için saf yaşam bu adam. Birlikte işlere gidiyorlar, yemek yiyorlar, bazen aylaklık ediyorlar, Bougras tek gerçeğin Zola’da olduğunu söyleyerek bambaşka bir kapı açıyor Olivier’ye. Mac var, sokağın artisti, gangster özentisi biraz. Canını sıkıyor Olivier’nin ama polisler paketleyip götürüyorlar bir süre sonra, kolay yoldan zengin olmaya çalıştığı sırada Bougras’ı da kanunsuzluğa ortak etmeye çalışıp başaramıyor da bir kendi canını yakıyor. Mado rüya gibi biri Olivier için, annesinin peşindekiler sonradan Mado’ya teşne olmuşlardır herhalde. Evine davet ettiği Olivier’ye tatlı ikram eder, etiket kaidelerini öğretir, erkeklik rolüne hazırlar ama Mac gibi sığır olmamasını öğütler. Birlikte Paris’i gezerler, içindeki kaynamaya henüz bir isim koyamayan Olivier sadece çok güzel zaman geçirdiğini bilir, yeterlidir bu.
Kibritler. Çocukluğun kaynağıdır, Olivier’nin cebinde durur. Ara ara ortaya çıkıp bir yangına sebep olur, sonra çocuk oyunlarında yakılır, bitmez. Dayısının alıp götürdüğü Olivier’nin cebindedir hâlâ, son bir kez dönüp sokağa bakan çocuk için teselli.
Yüz beş milyon üç iki yüz beş falan satmış bu roman, satar. Çok tatlı, bir o kadar hüzünlü bir çocukluk Olivier’ninki. Var benzerleri de Sabatier’den okumak lazım çocukluğu bir de. İncir Ağacının Ölümü de iyiydi, baskısı yok. Sabatier’nin metinleri tekrar basılmalı.
Cevap yaz