Pierre Assouline – Lutetia

Lutetia’dan Eyfel görülür, komşu evlerde dinlenen şarkılar balkonlardan dökülüp otelin terasına düşer, Paris’in orta yerinde bir şenlik. “Önceki Dünya”da böyle, Édouard Kiefer’in gözünde 1938’in yazı ufak tefek sorunlar haricinde kusursuz. Otel sakinlerinin ayakkabılarını yürütüp var olmaya çalışan kodaman çocukları bir iki uyarıyla düzelir, bazı şeyler görmezden gelinir de arıza çıkmaz. Otelin güvenliğinden sorumlu dedektifimiz nabza göre şerbet vermeyi de bildiği için daha büyük sorunları çözmeye mahirdir, örneğin laf dalaşına giren Alman ve Fransız müşterileri düelloya ikna edip terasa çıkarır, kan çıkar çıkmaz kazananı ilan edip tartışmayı bitirir. Eski istihbaratçıdır Kiefer, başmüfettişlikten istifa ettirildikten sonra otelde çalışmaya başlamıştır, meslekte edindiği tecrübeleri otel müşterileri üzerinde kullanarak gürültüyü patırtıyı engeller. Soğuk nevaledir, işini büyük bir ciddiyetle yapar, sevgilisi soylu sınıfın müstesna kadınlarındandır ve ona karşı bile resmîdir bazı. Alsace’lı olması yaklaşan fırtınada tarafını belirleyememesine yol açacaktır, zaten belirlemek de istemez pek, Almanların bir an önce defolup gitmesini bekler. Alsace’ta Fransızlar için “onlar” denmektedir mesela, zaten bu bölge tarih boyunca pinpon topu gibi gidip gelmiştir ülkeler arasında, kömür madenlerinin önemini lisede gördük yani. Kiefer’in Alman Alman kokan soyadı Almanlarla sıkıntı yaşamamasını sağlayacaktır, diğer yandan savaş sırasında ve savaştan sonra göze batacaktır tabii, son bölümde göreceğiz. Öncelikle gündelik yaşamından bahseder Kiefer, otelin sürekli ve dönemsel müşterilerinden, mutfak çalışanlarından, odacılardan, otelin esas müdürü kapıcılardan, çevredeki binalarda oturanlardan, üç arkadaşıyla birlikte terasta müzik yapmalarından ve otelin ünlü ziyaretçilerinden tabii, Assouline’in kaynakçada verdiği metinlere bakarsak gerçeğe çok yakın bir manzara çizdiğini söyleyebiliriz. 1939 Yazı‘na bakarsak da söyleyebiliriz, o yıl Fransa’nın sahilleri hâlâ doludur, Hitler henüz tarafsız bölgelere asker çıkarmamıştır, İngiltere ve Fransa şımarık çocuk olarak gördükleri belanın çıkaracağı tantanaya hazırlık yapmaktadır ve sürgün sanatçılar, bilim insanları, düşünürler savaşa karşı dünyayı uyandırmaya çalışmaktadır, nitekim Heinrich Mann otelde bir toplantı tertipliyor, kim bilir kaçıncısı. Alman Halk Cephesi orada toplanıyor, Fransız komünistler orada, gelecek yıllar için plan yaparlarken Kiefer’in sevgiye yakın bir hisle yaklaştığı Bay Arnold da orada, tam bir entelektüel. Paris işgal edildiği zaman Nazi üniformasıyla, subay olarak ortaya çıktığı zaman çok şaşırıyor Kiefer, dedektiflik güdülerinin köreldiğini düşünse de adam Abwehr’ın, Alman Haber Alma Servisi’nin seçkin casuslarından biri, sanat sepet muhabbetlerinin arasında gözleyeceğini gözlemiş, haliyle Lutetia’ya yerleşen Abwehr’ın Paris’te yakalanmasına neden olduğu direnişçilerin haddi hesabı yok. Normandiya’da beliren tehlike Bay Arnold’un adeta buharlaşmasına sebep oluyor yine, bu kez Kiefer’le vedalaşmıyor. Dedektifin bahsettiği ressamlar, soylular, cana yakın insanlar buruk bir şekilde ayrılıyorlar Paris’ten, çoğunu bir daha görmüyoruz. Dönenler bambaşka insanlar artık, bu da son bölümde. Joyce’tan bahsetmeli, otelde kaldığı dönem Kiefer’in anılarını berraklaştırmış resmen. Roger Martin du Gard gibi pek çok yazar gelip geçiyor otelden ama Joyce’un yeri ayrı, Kiefer odalarda bırakılan kitapları yalayıp yutarken doğrudan aldığı tek kitap Ulysses, hayranlık duyduğu yazardan bir hatıra. Yazdığı metinlerden birini getiren genç bir yazara her kelimesini savunup savunamayacağını sormuş Joyce, kendisi her hecesini savunurmuş. “Hayat tuhaf, birkaç ay arayla da olsa, büyük salonda Matisse’le gevezelik edebilirlerdi. Neden bahsederlerdi acaba? Ressamın birkaç yıl önce, söylendiğine göre okumadan resimlediği romanından, Ulysses‘ten mutlaka.” (s. 111) Edebiyat bahsinin dışında dönemin siyasi gelişmeleri neredeyse günü gününe var, Kiefer bir yerde Goebbels karşısında propagandayı zarif bir yazara teslim eden hükümeti eleştiriyor, “trombon karşısında flüt” demiş bir köşe yazarı. Gazeteler, değişen hava, sansür kokusu, sayısı azaltılan otel çalışanları derken Almanlar geliyorlar nihayet.

Babası Fransız, annesi Alman olan Kiefer iki dili de kusursuz bir biçimde konuşabiliyor, “Bu Sırada” adlı ikinci bölümde görüldüğü üzere Almanların ve Fransızların hizmetine başvurmalarında, korkunç yıllar tutuklanmadan atlatmasında bunun etkisi büyük, tabii denge politikasının da. Mahzendeki değerli şarapları yeni kazdıkları bir bölmeye gizliyorlar, Almanlar menüdeki şarapların tükendiğini öğrenince çıngar çıkarmaya niyetlenseler de Kiefer özür üzerine özür diliyor, menüleri yaktırıp yenilerini hazırlatıyor hemen. Yasaklanmış bir eseri dinliyor, durumdan rahatsız olan bir subaydan dünyanın lafını yerken Bay Arnold da orada, öfkeyle bakıyor, subay odadan çıktığı zaman kahkaha atıp Kiefer’e dikkatli olmasını öğütlüyor. Daha pek çok tehlikeden yırtıyor Kiefer de esas sorun direnişçilere yardım edip etmeyeceği, tanıdığı biri gelip Alman güçlerinin toplandığı yerlere dair bilgi isteyince fısıltı gazetesi sayesinde hemen her şeyi bilen Kiefer başta yardım etmiyor, çocuğuyla birlikte gelip telefon etmek isteyen, telaşlı Yahudi kadına yardım etmemesi, kadının gizlemeye çalıştığı yıldız işaretini çok geç görmesi bir şeyleri değiştiriyor ve karar veriyor Kiefer, o çılgınlık bitmeli. Alman ve Fransız kimliğinin çatışması pek şiddetli değil aslında, daha en başta Hitler’e hiç güven olmayacağını biliyor ve çoğunluğun deli azınlığı dizginleyeceğini düşünüyor, Nazilerden yana değil. Eyleme geçmesi vakit alıyor sadece, gördüğü şeylere katlanamamaya başlayınca, birlikte müzik yaptığı arkadaşlarından birinin ölüm haberini alınca, otelin karşısındaki bir binada yapılan işkencenin sonuçlarını canlı canlı görünce, yani insan olduğunu hatırlatan onca şeye direnemeyince daha fazla, bir yerden dahil oluyor. Bay Arnold’u çözememiş olabilir, yine de kendini çok iyi kamufle edebiliyor ve yakalanmıyor sonuçta.

“Sonraki Hayat” savaşın yıkıcılığını bütün boyutlarıyla gösteren, metnin en sarsıcı bölümü. Fransa’nın sürgünlere karşı tavrını Jorge Semprún yaza yaza bir hal olmuştur ki anlattığı Franco’dan kaçanlardı daha çok, Assouline ülkeye geri dönenlere devletin çıkardığı zorlukları anlatıyor, sanki toplama kamplarının dehşeti yetmemiş gibi. Otelin müdürü Bay Chappaz neyle karşılaşacaklarını bilir gibi konuşur Kiefer’le, akıldan hiç geçmeyecek durumlarla karşılaşacaklarını söyler. Kamplarda ne olduğuna dair söylentiler Lutetia’ya varmıştır, gazetelerde röportajlar okunmuştur da karşılığı yoktur, Kiefer kafileler gelmeye başlayana kadar durumu tam olarak anlayamayacak, ilk kafile geldikten sonraysa yaşananları hipnotize olmuş gibi anlatmaya başlayacaktır. Eisenhower’ın basını toplu mezarları artık göstermeye davet etmesinden sonra yayımlanan ilk fotoğrafların etkisiyle: “Kaldı ki, yayımlananlar kâğıttı sadece. İnsan zihni doğal olarak benzerliklere gittiğinden, yapılanları ölçmek için hafızalarımızda Somme siperlerindeki katliamdan başka ölçüt yoktu. Karşılaştıralım, ama neyle? İperit ve hardal gazı kullanmak o dönemde gözümüze namussuzluğun daniskası olarak görülmüştü; hepi topu yirmi yıl sonra düşman, direnişçilere öldürene kadar işkence yaparak, sivilleri gelişigüzel öldürerek, yolunun üzerindeki köyleri bütünüyle yakıp yıkarak sil baştan yapıyordu. Barbarlığın aslında oldukça zengin kayıtlarında ismine rastlanamayan, ama insanlıkdışılıklar sıralamasında hâlâ önemsiz sayılabilecek bir korkunçluk.” (s. 233) Lutetia savaş esirlerinin dağıtılacağı ve bir müddet barındırılacağı merkezlerden biri haline gelir, yetkililer her savaş esirine tüm işlemlerini halletmek için bir saat on dakika vermiştir ama insan etkenini hesap etmemişlerdir zira gelenlerin hallerinden bazıları şöyle: konuşmaz, her soruda gözyaşlarına boğulur, hiçbir şey hatırlamaz, güçlükle konuşur, korkar, sorulara dayanamaz, kuşkulanır, kendini hâlâ orada sanır, kâbusun sona erdiğine inanmaz, “yapamaz”. Öyle hikâyeler var ki Kiefer çocukluğunda babasının söylediği yalanla öldü bildiği annesinin ortaya çıkmasını, aynı gün intihar etmesini anlamlandıramaz, zaten cehenneme dönmüş bir dünyada annesinin acısını çekemez adeta. Tek bir hikâyeden bahsedip bitireyim, yıllar boyunca eşini bir umut bekleyen kadın gelir, listelerde eşinin adına rastlar ve otelin salonuna geçer. Eşi oradadır ama tanıyamaz, işgal sırasında kendisi de kendisi olmaktan çıkmıştır. Kiefer ikisini ilk kez karşılaşıyorlarmış gibi tanıştırmak zorunda kalır. Bunun dışında babasını, çocuğunu, annesini bekleyenler ve beklediğini bulamayacak olanlar var, Kiefer “gelmesi delice istenen bir şeyden ölümüne korkmak” olarak kodluyor hali. Kamplardan müthiş iradesiyle kurtulan soylu son vaka olsun, savaştan önce Kiefer’le arkadaştır bu adam, döndüğü zaman sanki hiçbir şey değişmemiş gibi davranır, demirden iradesini ortaya koyar. Bir akşam yemeğinde mahzendeki gömüden çıkarılan şaraplardan birini içer, durur, biraz daha içer, vatanını o şarapta bulduğunu söyler, konuşması sessizliklerle bölünür ve o dağ gibi adam hüngür hüngür ağlamaya başlar sonra. Çok etkileyici, Kiefer’in parçalı anlatımı duygusal çöküntünün anlatıya eklemlenmesinin iyi örneklerinden sanıyorum.

On numara roman, denk gelen okumalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!