Dil Derneği ve Çankaya Belediyesi iki yıl önce İnanç için bir etkinlik düzenlemiş, yıllar önce de son bir röportaj yapılmış, yeni bir şey yok başka. Röportajda İnanç yeni öykülerini yayımlayacağını söylüyor ama iki anı kitabından başka bir şey yayımlamamış. Arkadaşlarının öyküye ağırlık vermemesine dair eleştirilerinde haklılık payı olduğunu, yine de öyle veya böyle edebiyatın içinde yer aldığını söylüyor. Denemeler, incelemeler yazmaya devam etmiş İnanç, yayınevinden çıkardığı kitaplar ve kitabevindeki toplantılar Ankara’nın kültürel gelişimine katkı sağlamıştır muhakkak, keşke öyküyü de boşlamasaymış. 1950’lerin toplumcu gerçekçiliğini yansıtan ilk öykü kitabının ardından ikincisini yıllar sonra, 1985’te çıkarmış, Memet Fuat’ın zorlamasıyladır muhtemelen. İnanç’ın öyküleri Varlık, Somut gibi dergilerde yayımlanmış, Tahir Alangu’nun 1966 Varlık Yıllığı‘ndaki övgü dolu yazısı da dikkate değer. Arka kapakta tamamı var, bir bölümünü alıyorum: “Öyle pek acemi, bu yolun rastlantı denemecilerinden biri gibi görünmedi. Temalarını ve kişilerini rahatlıkla işleyecek ölçüde, yalın, aşırı zorlamalara kaçmayan bir dili, anlatım tekniğini çok rahat kullanan bir alışkanlığı, temalarını seçişte hayata bağlanmış rahat bir seçkinliği hemen göze çarpıyor. Hikâyede teknik anlatım cambazlıklarından bilerek vazgeçtiği, seçtiği kişileri ve temaları sağlam bir anlatımla iyice belirlemekten gayri hiçbir moda endişesine kapılmadığı, ancak ustalarda görülen sağlam bir hikâye anlayışına bağlandığı görülmektedir.” İnanç, karakterlerini zorluklarla sınıyor, mücadele azminin son noktasını belirlemeye çalışıyor, insanın sınırlarını çizmeye çalışırken devletin zorbalıklarını açıkça ortaya koymaktan çekinmiyor. Kendisi de 18 ay hapis cezasına çarptırıldığı için hapishane ortamını iyi biliyor, öykülerinde son derece gerçekçi bir portre sunuyor. “Yarın” ilk öykü, telaşlı adımlarla yürüyen adamı izliyoruz, insanlara çarpa çarpa yürüyor, Sirkeci kalabalık. Yaz sıcağından bezmiş adam, gördüğü ilk insanın yakasına yapışıp havanın sıcaklığından bahsedebilir deli demelerinden korkmasa. Huzursuzluğu seziyoruz, durduk yere düşünmüyor onca şeyi. Yolda âşık olduğu kadına rastlayınca muhabbet açılıyor, kadın geçende gazetede okumuş, adam yazılarından ötürü yargılanmış, hapse mahkum edilmiş, içeri girecek. Son günlerinde sokaklarda geziniyor, kadına rastlayınca son bir serüven yaşama isteği ağır basıyor. Dost kalarak boşanmışlar, kürtajla aldırdıkları çocuk akıllarında. Kadın tekrar evlenmiş, eşiyle mutlu, adamın imalarını görmezden gelmeye çalışsa da ısrarı tamamen kesmek için o günleri hatırlamak istemediğini söylüyor. Buluşup uzun uzun konuşacaklar ama, kadın hayır demiyor, ertesi gün. Adamın heyecanı korkuya dönüşüyor ertesi gün, her şeyi berbat edebilir, aşka gölge düşerse o yıkıntıyla giremez hapse. Yarım bırakıyor o da, aşkı sürdürüyor, uzun süre görüşemeyecekler. Vurucu sonlu, buruk bir öykü. “Görücüler” bir akşam vaktine odaklanıyor, Teyze’yle Melih evden çıktıklarında yağmur yağmıyor ama eli kulağında, Ankara’nın serin göğü kapalı, iki karakterin amaçladıklarına göre vaziyet alacak. Görücü gidiyorlar, Teyze’nin ısrarları sonucu Melih evlenmeye niyetleniyor. Çocuk yuvasında büyümüş, gençliğinde Kore’ye gidip savaşmış, döndüğü zaman hayat dolu çocuk değilmiş artık. İşi var, Teyze’yle aynı evde kiracı olarak yaşıyor, tekdüze bir hayat. Annesinin iletişime geçme çabaları hayatını zindana çevirmedikçe eli içkiye varmıyor, ara ara ölçüyü kaçırdığı olsa da iyi bir adam. Teyze de aileden yana bahtsız, Melih gelene kadar yalnız başına yaşarken gence arka çıkarak hayatına anlam katıyor. Evlendirecek nihayet. Nuriye Hanım ve Sevim bekliyorlar. Nuriye Hanım kendi oğluna istemiş Sevim’i, sonra bir anda vazgeçmiş, eşi de üstelemeyince başkalarını aramaya başlamışlar. Neden vazgeçtiğine dair bir şey söylenmiyor, koyu bir nokta var sadece, onca detaydan sonra bu vazgeçişin üzerinde de durulabilirmiş. Karşılıklı oturuyorlar, hoşbeşten sonra gençlerin sohbet etmesini bekliyorlar ama Melih hiçbir şey söylemiyor, bir önceki kalp kırıcı tecrübeden ötürü kararsız. Teyze’nin de gözü tutmuyor Sevim’i, kara kuru bir kız. O da Melih gibi aslında, kimsesi yok, iş ve ev arasında geçiyor hayatı. Nuriye Teyze neden konuşmadıklarını anlamasa da yağmurun dinmesiyle birlikte ayaklanmalarını anlıyor, olmadı. Sokağa çıktıklarında kızın içinin geçtiğini söylüyor Teyze, Melih yorum yapmıyor. Vazgeçmenin sebebi olarak eski korkulardan başka bir şey sunulmuyor, bu veriyle yetinirsek yetiniriz, yetinmezsek sonu kurgunun geri kalanına göre zayıf buluruz. Ataol Behramoğlu’na ithaf edilmiş bu öykü.
“Şey…” 1975’te yayımlanmış, çok cesur bir öykü. Öykünün adı ve katliamı yapan orduya dair hiçbir detayın verilmemesi hapisten çıkalı birkaç yıl geçen İnanç’ın sakınımı zannediyorum. Doğa tasviriyle başlıyor öykü, sabaha karşı serin bir yel esiyor, ortalık sessiz, bulutlar batıya gidiyor, ovadaki köy uykuda. Komutanın işi zor, insanlara acı çektirmeye gerek olmadığını düşünüyorsa da emirleri uygulamak zorunda. Daha önce de çeşitli köylere baskın yapmışlar, haberleri yayılmış. Komutanın Avrupa’dan dönen mühendis kardeşi yapılanlara karşı çıkmış, kavga da etmişler. “Subay şu anda kardeşini anımsadı birden. Şimdi yapacaklarını görseydi kim bilir nasıl öfkelenir, kudururdu. Ve başlardı yine ağabeyini kınamaya. İnsanın değeri ve onuru ve özgür düşünmesi üzerine nutuk atmaya.” (s. 36) Emri veriyor, el bombalarını attırıyor. Sessizliğin içinde kıyamet kopuyor, az önce derin uykudaki köy bir anda cehennem yerine dönüyor, komutan başını çeviriyor. Yangın büyüyor, evlerin tamamı. Alev çemberinden çıkan iki küçük çocuk askerlerin bulunduğu tepeye doğru koşuyorlar, gözleri kocaman kocaman, korkuyla donuk. Kurtulduklarını düşünürlerken karşılarında askerleri buluyorlar, kabus. Uyanmaya koşuyorlar, bu hayatta onlara huzur yok. Askerlerden biri yangını izlerken eski bir filmi hatırlıyor, haydutların basıp yaktığı kasabayı, bir diğerinin aklına mangal geliyor. Karikatürize bir düşünce seli değil, İnanç o kadar gerçekçi bir anlatı kuruyor ki dehşete düşmemek elde değil, yakın tarihin kurgulanması cüret isteyen olaylarından birini başarıyla işliyor.
“Erkek Raif” bir kısasa kısas anlatısı. Anlatıcı hapishanede, Raif’in Emin’i vurduğu duyulunca olayı merak ediyor ve bir süre sonra olayı Raif’ten dinliyor. Emin serserisi kasabanın sülüğü, belalı olduğu için kimse bulaşmıyor, at koşturuyor o da. Raif’in kardeşine çökünce sonu geliyor, kibar bir adam olan Raif çileden çıkıyor ve meyhanede bulduğu Emin’in yüzüne boşaltıyor kurşunları. Kasaba gerçekçiliği. Raif tipik bir kasabalı, kitabî sözlerini destekleyecek bir eğitim almamış belli ki, bunu öykünün zayıf yanı olarak görebiliriz. “Hilmi Usta”yı Hasan Hüseyin Korkmazgil okumuş, çok etkilenip ağlamış, öyküyü Korkmazgil’e adıyor İnanç. Bir işçinin ölümü var bu öyküde, gecekondu mahallesinden bir kesit. Anlatıcının hasta yatağının etrafına sıralanmış tanıdıklara çektiği nutuğu bir kenara bırakırsak Hilmi Usta’nın ölüm döşeğinde şehadet getirmeyi reddetmesi, canından çok sevdiği iki çocuğuna doyamadan gideceği için Allah’a darılması pek vurucu. İhtiyaç sahiplerine elinden geldiğince yardım eden iyi bir insan Hilmi Usta, iyi bir eş, babalığı da da öyle. Erkenden ölmeyi kabullenemiyor, çocuklara iyi bakmasını söylediği eşinin sözünü dinlemiyor, dargın ölüyor. İnanç’ın karakterleri capcanlı, o kırgınlığı hissediyor okur. “Günlük Dışı” hapishanede geçen bir öykü yine, ihbar sonucu bütün eşyaları elinden alınan, şükür ki insaniyetli bir savcıyla muhatap olmak zorunda kalan anlatıcının zor geçen birkaç gününe odaklanıyor. Hapishane havası, jargon, her şey yerinde. “Zekiye Teyze” son öykü, mizahi bir bakış açısıyla yazılsa tam Aziz Nesin öyküsü. Yaşlı bir kadının ölüm döşeğinde çektiği sıkıntılar, insanların anlayışsızlığı, devletin gri insanları ve binaları derken soluk kesiliyor, Teyze ölse kurtulacak ama yaşadıkça yaşıyor, işkence uzuyor. “Şey”le birlikte kitaptaki en öykü.
İnanç’ın ilk kitabını sahafları eşeleyip bulmak lazım, bir iki çatlağa rağmen iyi öyküler bunlar. Denk gelen alsın, yeni baskısı yok. Şunu da bırakayım, yaşamını merak edenler için.
Cevap yaz