“Önsöz”de Tanıl Bora’nın aydınlattığı bazı yorumlar var. Refik Halid iyice güneye inip Antalya, Alanya ve İskenderun’u dolanırken yolların berbatlığından bahsediyor, demiryolunun eksikliğini eleştiriyor mesela, Mussolini’nin “kof heyulası” da piyasadan kalktığına göre sahil yolu yapılmalı. Mussolini? Bora’nın açıklaması olmasa zorlanacağız, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak yolları ve sanayi tesisi projelerini bir işgal durumunda düşmana yarayacağı hasebiyle veto etmiş, bayındırlık işleri savaş sonrasına kalmış. Birkaç yıl sonra yola çıksa Refik Halid daha kolay ulaşacaktı gitmek istediği yerlere. Belki. Altmış yaşında çıktığı turda Anadolu’yu ikinci kez görüyor, kırk yıl önceki yolculuğu sırasında geçtiği yerlerden geçip şehirleri eski halleriyle kıyaslıyor. Sadece şehirleri değil, trenleri, otobüsleri, yolları, dağları, tepeleri, gözü neyi gördüyse mutlaka bir yorumu var. Seçimlere az kalmış mesela, Edremit’te gittiği bir köyün ahalisini inceliyor, abi CHP temsilcisiyken kardeşi DP’li ama kavga gürültü yok, iki tarafın destekçileri birlikte oturuyorlar. Barışçıl havayı Türkiye’nin her yerinde görmek istediğini söylüyor Refik Halid de bazı şeyleri kasten görmüyor sanırım, Balıkesir’de kopan kavgaları duymamış mı acaba? Ben yaşlılardan dinlemiştim, bir de İsmet İnönü’nün oraları dolandığı seçim gezisi sırasında yaşadıklarını anlatıyordu biri, Mehmed Kemal olabilir, metin de Haber Peşinde 50 Yıl olabilir, evrenimizde her şey mümkündür. Şükran Kurdakul’un da bir öyküsü vardı, gerçi mekan Ege’nin iç bölgelerinde bir kasaba ve mevzubahis parti de Türkiye İşçi Partisi’ydi ama olsun, on yılda pek bir şeyin değiştiğini sanmam. Partizanlık yüzünden küçük bir çocuğun dayaktan neredeyse komaya sokulduğu, AP’lilerin kudurmaktan akıllarını kaybettiği bu öykü, yani sonuçta öykü ama benzer olaylar yaşanmış sahiden. Neyse, Refik Halid demokrasiye doğru bir adım daha atıldığı için son derece memnun, taraf tutmuyor gibi görünüyor yine de. Tarafsızlığını daha en başta ilan ediyor gerçi, gittiği yerleri anlatırken gördüğü eksikliği fazlalığı partidir, belediye başkanıdır, kaymakamdır, hiçbirini anmadan dile getiriyor, görevi bir gazeteci olarak en doğru şekilde yazmak. Bora’nın kıyaslaması hoş, Nahid Sırrı Örik rejim karşıtı ve Anadolu’yu sevmiyor pek, övgüde cimri. Reşat Nuri dalgacı, tepeden bakıyor. Refik Halid’de salt yazmak isteyen bir adamın hali var, yazının malzemesini de görerek temin ettiği için durmuyor, geziyor, gezdiğini yazıyor. İhtimam görmek istemesi bir ölçüde anlaşılır ama umursanmadığı yerde feveran etmesi matrak biraz, mesela Ayvalık’tı galiba, kaymakamla aynı yerde yemek yiyor ama kaymakam bunu hiç sallamıyor, Refik Halid de adamın yanlışının iki olduğunu söylüyor: ilkinde memleketin önemli bir muharririne hürmetsizlik, ikincisinde gazetecilere gösterilmesi gereken saygı var. Böbürlenmesi hakkıdır, kibrinin altı öyle dolu ki istediği kadar bulutlarda dolanabilir Refik Halid. Uçak pisti yok diye sinirleniyor gerçi Antalya’da, fiyu diye gideceği yere rahatsızlık veren araçlarla gitmesi canını sıkıyor. Bazı yerlerde güzel yemeklere denk gelmemesi canını sıkıyor. Otelcilik anlayışı özellikle canını sıkıyor ki bu konuda biraz teferruat şart. İstanbul’un otellerini yere yere bitiremeyen Refik Halid’e göre bu otellerin müşteriye muameleleri çok kötü. Odalarından yemeklerine elle tutulacak hiçbir şey yok, daha da kötüsü Anadolu’nun çeşitli yerlerine açılan oteller de İstanbul’daki otelcilik anlayışıyla işletildikleri için aynı ölçüde kötü. Anadolu’yla İstanbul’un pek çok alanda karşılaştırıldığını görüyoruz, yazar İstanbul sevdasını nereye giderse gitsin yanında götürüyor. Otobüslerin kalabalığı Florya trenlerindeki gibidir, yolcuların tepeye yığılan yükleri çatıyı çökertseydi İstanbul’da çatısı çöken bir aracın veya yapının hemen anılacağını biliriz, çeşmeler yine bir teşbih meselesidir. Kaynağından içilen maden sularının dengi yok bir, belki de vardır ama Refik Halid bilmiyordur. Yoktur ama. Olsa anında çökülürdü ona da. Evet, Tuncay Birkan’ın yine akıl fikir yığını yazısı olmasa eksikliği hissedilirdi, Birkan’ın dokunduğu yer bereketleniyor resmen. Yeni İstanbul‘un kuruluşunu, becerdiği işleri görüyoruz, bu işlerden biri de Refik Halid’i Anadolu’ya göndermek. Gazetede ilanlar yayımlanır, karakalem bir çizim, meşhur muharrir Anadolu yollarında. Birkan bu yazılarında Refik Halid’in “digression” tekniğini kullandığını söyler, Ahmet Midhat’a parmak ısırtacak kadar başarılı bir tertip: yazar siyasetten doğa tasvirlerine, yemeklerden otomobil kazalarına sıçraya sıçraya yazar. O kazayı anlatmalı burada: Antakya’da yörenin mühim insanlarından biriyle yolculuk eden yazar kaza geçirir, uçurumun kenarında kalan araçtan inmesiyle hayatını kurtarır zira araç kısa süre sonra paldır küldür yuvarlanacaktır aşağı. Kayalardan sekmesi, takla atması, her şey detaylarıyla anlatılır. Neyse ki mühim insan burnu bile kanamadan hatta üstünün başının ütüsü bozulmadan araçtan çıkar, yaralanmadığını söyler. Aşırı dik yamaçtan sürtüne sürtüne inen Refik Halid adamın tertemiz kıyafetlerini görünce toz toprak içindeliğine üzülür adeta, matrak. İşçilerin sorunlarıyla ilgili düşünceleri de ilginçtir, Batı’da “amele” takımının yaşadığı zorlukların giderilmesini dilerken Zonguldak’taki maden işçilerinden bahsederken biraz daha mesafelidir. Öncelikle ehil olmadığını söyler, işçiler ve işletmeyle ilgili bilgilere haiz olmadığı gibi sınıf mücadelesinden de pek çakmamaktadır Refik Halid, amirlerin dünyaları götürmediğini ve işçilerin iyi yiyip içtiklerini söyler ama huzursuzluğun da farkındadır, maden işçilerinin gerginliğini hissetmiştir. Aslında oraların uzun zamandır çalkalandığını da bilir ama yazılarına yansıtmaz bence, “Mükellefiyet” hakkında hiçbir şey duymamış olması gerçekçi değil, bir kere zorla çalıştırılan işçilerin patron eline rahatlıkla bırakıldığını da düşünmüştür, zeki adam. Kaç yıl sonra elde ettiği vatanından olmamak için neyi yazmaması gerektiğini bilecek kadar zeki.
Bir iki duraktan bahsedeyim, ilki Bursa. 1908’de hürriyet haykırışları varken 1950’de halk demokrasi diyor bu kez, kırk yıl öncesinin anıları mutluluk vermediği için huzursuzlukla izliyor olayları Refik Halid. Ulaşımdan bahsediyor, bir zamanlar Yunan gemisi işliyormuş da Mudanya’ya öyle gelebiliyorlarmış, 1950’de küçük bir gemi görüyor o işi. Araya giren: “Çok acınacak meseledir ki İstanbullu yahut İstanbul’a gelen vatandaş ve seyyah, Marmara Denizi’ni fırdolayı gezip görmek, keyfini sürmek imkânını bir türlü elde edememiştir. Daha uzun zaman elde edeceğe de benzemiyor. Haniya o vapur ki yolcusunu alarak bütün sahilleri çevire çevire, bütün sahil kasabalarına uğraya uğraya, karadaki güzel yerleri gezme imkânını da vermek suretiyle yazın gezinti seferleri tertip etsin?” (s. 53) Yeşiltürbe kırk iki yıldır tadilattaymış bir de, dünya rekorunu kırsa yeriymiş. Kadınlar kara çarşaflı, erkek sokağa çıkınca yanında kadın istemiyor, memur aileler el elde baş başta yaşayıp gidiyor da kadınların durumu kötü, işçilerin durumu daha da kötü çünkü koza fabrikaları tam vermiyor haklarını. Doktor bolmuş, avukat da bollaşmış Bursa’da, okullar iyiymiş, Balıkesir yolundaki göller, tepeler şahaneymiş, gidiyor öyle. Refik Halid’in okulları gezip derslere girmesi, merkezî yönetimin en üst kademeleriyle rahatça görüşebilmesi ilginç, gazeteciye duyulan ehemmiyet midir, Refik Halid’in kendi girginliği midir nedir, adamın olmadığı masa yok.
Akçay’da kayığa binmiş, Edremit’te sıcaktan kaçmış, Antalya’da beton dökülen yollara lanet etmiş, antik şehirleri gezmiş Refik Halid, en son Abant’a giderek yolculuğunu noktalıyor. Gerçi İstanbul’a dönüşü de var ama Abant’ta, Bolu’da kalbini bıraktığı için yazı da burada bitsin. Okumak büyük keyif vallahi, Refik Halid bu neviden yazıları çalakalem, gündelik olarak görüp edebî değerini biraz küçümsüyor ama o zamanın çıtası bugünden görülemeyecek kadar yukarıda olduğu için hiç öyle bir düşüklük yok.
Cevap yaz