Karay hukuk okurken ne kadar sıkıldığını anlatıyor bir yazısında, II. Abdülhamid zamanında gençliğin nasıl hapsedildiğine, coşkunun katline değiniyor, 1908’den öncesi karanlık. Sonrası da karanlık gerçi, dönemin meşhur gazetecilerinin “ense köklerine” sıkılan kurşunlar, zulümleriyle meşhur Bekirağa Bölüğü’nün başta kesif sidik kokusu unutulacak gibi değil, titretmiş muhalifleri. Bütün bunlara rağmen Karay durmuyor, İTC’ye giydirdikçe giydiriyor çünkü bıkmış o baskı döneminden, özgürlüğün tadını alınca kalemini istediği gibi oynatıyor, sonrasını Mustafa Apaydın’ın önsözünden çarpıyorum: “Refik Halid’in İttihat ve Terakki icraatını hedef alan mizah ve hiciv yazıları o kadar etkili ve İttihatçı çevreleri o ölçüde rahatsız edicidir ki, İttihatçılar onu Mahmut Şevket Paşa suikastıyla ilişkilendirip diğer muhaliflerle birlikte sürgüne göndermekten, bu yolla susturmaktan başka bir yol bulamamışlardır.” (s. 14) İğneleyici yazılarının yer aldığı gazetelerin karaborsaya düştüğü bile olmuştur, Karay daha “ısırıcı bir hicivle” Ankara saflarına katılan şahıslara da kaktırmıştır lafı da en uzun sürgününe yol açan sebep muhtemelen bu değil, Posta Telgraf Umum Müdürlüğü’ndeki eylemleri. (“Kuzum Mustafa, sen deli misin?” bir yana, haberlerin iletilmesini engellemesi ve dezenformasyon yoluyla iletişimsizliğe yol açması Karay’ı bitirmiştir.) Sürülür, Halep’te çıkardığı Türkçe gazeteyle Ankara aleyhine yazılar yazmayı sürdürür, zaman içinde fikirleri değişir de İstanbul’a dönebileceği şartları yaratır. Gerçi yazdığı oyun Cumhuriyet hicvi olarak da görülebilir, iki anlamlıdır ama Atatürk’ün iltifatlarına mazhar olunca tamamdır o iş, 1938’deki Af Kanunu’yla döner. Sonrasına pek çok yerde değinmiştir Karay, devletin uzun süre kendisini takip ettiğini öğrenir, sivri kalemini biraz körelterek yazmayı sürdürür. Tramvayları eleştirir, kadınları eleştirir, vitrinlerdeki pastalara takar, belediyeyi batırıp çıkarır da Ankara’ya hemen hiç dokunmaz, ağzı yanmıştır bir kere. “Yazar, iktidar çevrelerine de muhaliflere de mesafelidir; karga ile 6 Kasım 1954 tarihli diyaloğunda ‘muhalif-muvafık’ olmadığını ‘Karga’nın tanıklığıyla vurgular; ancak DP’nin kendine yakın olanları kayırdığı, muhalifler üzerinde baskı uyguladığını da ima eder.” (s. 19) Yazılarına komik denemez belki, matrak denebilir ki o dönemde kullanılmaya başlanmış bu “matrak”, talebelerin icadıymış, öğreniyoruz. Savaş zamanlarında insanları güldürmenin zor olduğunu söylüyor Karay, hiciv daha uygunmuş, ayrıca Divan ve Tanzimat dönemlerinde mizah ciddiye alınmamış, Direktör Ali Bey’le Batılı anlamda mizah girmiş metinlere. Galatasaray Lisesi’nde öğrenciyken Direktör Ali Bey’in bir metnini okuyup ne yazmak istediğine karar vermiş Karay, ustasını sıkıştırıyor araya. Çıngar çıkaran yazıları Aydede yazılarının bulunduğu kitaplarda herhalde, kargalı yazılarıyla başlayan bu kitapta yıllara yayılmış mizah örnekleri yer alıyor. Kargayla muhabbetlerde işlenen konulara Karay’ın diğer yazılarında da rastlıyoruz ama kargaya rastlamıyoruz, icat. Karga cama gelir, anlatıcıyla konuşur, güncel meselelerden ve geçmişin sorunlarından bahsederler. Karga bir yazıda genç olduğunu söyler, başka bir yazıda upuzun ömründen dem vurur, çelişkiye takılmamalı. Nedir, kargalara vize pasaport gerekmez, istedikleri yerlere uçarlar, üstelik para kaçırmak veya kürk kaçakçılığı yapmak için değil, keyiften. Bizim karga acımasızdır biraz, yeri geldi mi lafı yapıştırıverir: “‘Bir zamanın Mekteb-i Hukuk hocaları… Seni zaten oradan tanırım, derslerin ağırlığına, hele Arapçaya, Mecelleye dayanamayıp kaçtındı, galiba… Cezanı buldun: Bilhassa Arap memleketlerinde bu lisanı gece gündüz dinlemeğe mahkûm oldun!’” (s. 30) İnsanlara tepeden bakar karga, demediğini bırakmaz, bedavadan sirke gitmiş kadar olduğunu söyler. Namus bekçiliğinden paparayı yemesi de gerekir arada, yelpazelenen minimini hanımların piyasadan kalktığını, bugünün bayanının plajda bir yelpazelik yerini örtüp hiç de utanmadığını söylediğinde anlatıcı aslında utandığını, bu yüzden güneş gözlüğü taktığını söyler. Yaman şakacılar canım. Divan şiirinin eleştirildiği bölümler yayık durumdaysa da kargamız biraz tıngırdatır, menfaat şiirine giydirmeye başlar: Allah korkusuyla bir başlangıç, peygamberden şefaat dilenmek, sonra padişah ile sadrazamdan üç beş bir şey gelir diye kaside, bina ve çeşme de övüldü mü şiir tamam. Yeni şiirler de çalakalem çakıldı mı bir şeye benziyor ama benzemiyor, metelik yoksa, karın açsa, orospu koyna girmiyorsa, yağmur yağıyor da sidik mi yağacakmış sankiyse şiir yine tamam, gudik gudik sözleri arka arkaya sıralayanlar şiiri yapıştırıyormuş orta yere, çarpık endam. Tiyatro ne durumdadır, binası yoktur mesela, “Abdülhamid bile” Direklerarası’nı ahşaptır, yanar diye yasak edip kâgirlerini yaptırmış, belediyenin aklı neredeymiş? “Kuş beyinli” tabirinin kuşlardaki karşılığı “belediye beyinli”ymiş, tadaa! Karganın sesine de niye mana bulunurmuş, sokaktan geçen karpuzcunun bet sesi, karga yemini yemeden radyoda yurttan seslerin höykürmesi dururken! Müsrifmiş insan, lokantalardaki ekmek ziyanı neymiş, hele murdar ayaklara hamur çiğnetmek, o hamuru ekmek diye yemek nesi? Bir transatlantik gelmiş şehre, taksiciler hemen kazıklamışlar turistleri, üstelik şehrin en berbat yerlerine götürmüşler. Ne berbat şehirmiş zaten orası, toplu taşıma rezalet, gece oldu mu açık dükkân yok, yağmur yağdı mı ortalık lağıma döner, kalacak doğru düzgün otel yoktur. Anadolu’da da yoktur, pansiyon nevinden bir iki yer bulunursa şükür. Hilton yapılıyormuş o sıra, ecnebiler becerecekmiş o işi de bütün odalar çoktan tutulmuş, zaten halk için değilmiş orası, zenginler içinmiş. 1955’te çıkan bir kanunla kiracıların başına bir musibet peyda olacakmış, onun tartışması yapılıyor bir yazıda. İlgili kanunu buldum, dileyen göz gezdirebilir ama neden, çünkü can sıkıntısı. Mesken buhranı o zamanlarda da varmış, kiracılarla ev sahiplerini uzlaştıracak bir aracılık lazımmış, Fransa’da kimse kafasına göre belirleyemiyormuş kirayı. Ev var, kömür yok bu sefer, tren seferleri aksıyormuş, çimento fabrikaları çalışmıyormuş, bir de ne berbatmış o Hilton’un damına yerleştirilen sevimsiz kümbet. Kaldırımlar fenaymış, kanun çıkmış da kaldırımdan yürümeyenlere okkalı bir ceza kesilecekmiş. Karga bahsini şununla kapıyorum: “‘Nasıl gülmiyeyim, zavallı insanoğlu! Haydi, sokağa çık da yürü; ben de dama konarak seni yüksekten seyredeyim. Para cezasını sonra düşünürüz. Ayağını yaya kaldırımından başka tarafa basınca yukarıdan haykıracağım. Bakalım beni haykırtmadan kaç metrelik yol alacaksın?’” (s. 52)
İki mizah hikâyesi anlatıyor Karay, biri kafa güzelken başkasının evinde uyumakla ilgili. Ortada su yoksa sarnıç mı arıyoruz, ne arıyoruz bilmiyorum, bulana kadar kaybolmazsak iyi. Sabah oldu mu çöpün yanından toplayabilirler, üstelik ev sahibi telaşla gelmişse karakola, eyvah. Diğer teftiş, Sait Halim Paşa’nın tebdili kıyafetle avamın içine karışmasıyla ilgili. Adam dolanmış durmuş, kimse tanımamış, güzel. Rastgele konuştuğu biri öve öve bitirememiş kendisini âlâ. Ortaya çıkıyor ki takip edilmiş Sait Halim Paşa, derin devletin has elemanı duymak istediği şeyleri söylemiş adama, raporunda görevin tamamlandığını yazıyor. Başka, Frenk fıkralarını pek sevmiyor Karay, basit buluyor. Shaw’u çok beğeniyor, hazırcevaplığı beğeniyor daha doğrusu. Nasreddin Hoca’ya atfedilmiş dandik hikâyelerden kurtulmamız gerektiğini söylüyor, Orhan Veli’nin giriştiği işe şapka çıkarsa da bir iki eleştirisi var, yerindedir. Bektaşi fıkralarını dan dan buluyor, sert, aslında Hoca’nın fıkralarıyla karıştırılmaması lazım ama karıştırılıyormuş. Bazı mizah dergileri ithal fıkralara yer vererek fıkra zevkini bozmuşlar, saçma sapan lakırdıları komiklik diye yedirmişler, olmazmış. Muharrir yokmuş, kalite düşüklüğünün en büyük sebebi. İkinci bir Hüseyin Rahmi, Osman Cemal bulmak mümkün değil, mizaha eğilmeli yazarlar. Daha çok mizah.
Cevap yaz